Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, derslerini yalnızca öğrencilerin değil, öğretim görevlilerinin de takip ettiği Türkiye’nin çalışkan cins kafalarından biri. Çalışmalarını uzun süredir İslam bilim felsefesi tarihi ve matematik tarihi üzerine yoğunlaştıran Fazlıoğlu’yla Papersense Yayınları arasından okuyucuyla buluşan üç yeni kitabının tartışma konuları üzerinden ‘akıllı Türk’ü, ‘makul tarih’i ve olan biteni konuştuk.
Tefekkür ile tedebbür dolayısıyla fikir ile tedbir zat bakımından aynı itibar bakımından ayrıdır. Söylenenler tefekkür cihetindendir; tedebbür cihetinden değil. Bu nedenle kendimce fikirlerim “olması gereken” açısından ifade edilmişlerdir; “olan”a ilişkin tedbir hakkında fazla bir şey söylemezler. Başka bir deyişle olgu ve olayların hakikî mahiyetlerine ilişkindirler; ferdî hakikatlere değil. Ya da kısaca şöyle diyeyim, işin siyaseti ile değil hakikati ile ilgilidirler. İşte bu nedenle, olması gereken hakkında söylenenlerle olana bakıldığında karamsar bir tablo tasvir edildiği sanılıyor; nazarın noktası tashih edilirse tasvir de düzeleceğinden bu yanlış sanı da ortadan kalkar. Karamsar olsam, ne konuşur ne de yazardım. Karamsar değilim çünkü sona değil, yola bakıyorum; yani sonuca değil, sürece... Şöyle inanıyorum, sonuca odaklananlar ağır baskı altında kalırlar, sonuca ulaşmak için her yolu meşrû görürler; başaramadıklarında ise bunalıma girerler. Sürece dikkat kesilenler, farklı süreçlerin varlığını ön-görürler; süreçte olmak onları dâim ayık tutar; çünkü süreç sürer, süreklidir. “Yolunda gitmeyen şey/lere” gelince, çok şey söylenebilir; ancak en temelde sorun bir “yolda olmamak”tır; çünkü bir şeyin yolunda gitmesi için bir yolda olması gerekir. Başka bir deyişle, tedebbürün tedbiri, tefekkürün fikrine merbut kılınmalı; siyaset de bir hakikatin mümaresesi olmalı. “Çok sayıda insan”ın düşüncesi anlamlıdır; çünkü herkes kendi derdiyle hem-hâldir; ama düşünce, tefekkür “az sayıda insan” içindir.
GAZETE DİLİYLE DÜŞÜNCE DİLİ KURULAMAZ
“İşleri yoluna koymak” çözümün başlangıcı; “nasıl” ise sorunun. Dediğim şu, nasıl sorusu yanıtını yolun başında değil, bizatihi yolda bulur. Yolun başında oturup düşünenler en nihayetinde ağlarlar; yola çıkanların, yürüyenlerin çözüm için en azından bir ümitleri var demektir. Dil inşasından muradım, tefekkürün dilidir; tefekkürün bir dili yok ‘Bu Ülke’de. Günlük dil ile dışa düşersiniz; içe değil; bu da düşünce olmaz. Bir dilin dünyayı kavramasının zemini, öncelikle köklerini bir hayat görüşünde bulmasıdır. Günümüz Türkçesinin zemininde bir hayat görüşü var mı? Var ise nedir? Sonra da kavramlar. Kavramı olmayan kavrayamaz.
Yazılarım zor değil; yalnızca bir dilleri var. Elbette elden geldiğince klasik Türkçeye sinmiş usûleynin kavramlarını dikkate almaya çalışıyorum. Kavramlar bilinmeden yargıların anlaşılması zordur; sadece ezberlenirler. Yaşamda kullandığımız herhangi bir dili terkedelim demiyorum; yerinde kullanalım diyorum. Gazete dili gazetede kullanılmalı; düşüncede değil. İnsana ait hiçbir şey birbirinin yerine ikame edilemez; herşey yalnızca alt ve üst sınırları iyi tespit edilerek yerine konmalı ve kullanılmalı.
TÜRK OLMAK, TÜRK KALMAK
Geçmiş ile gelecekte karşılaşmaktan bahsediyorum ki o zaman o geçmiş tarihe dönüşür. Yoksa geçmişteki bir olgu ya da olaya mücerret intisap hiçbir şeyi çözmez. Dediğim, bu toprakların tecrübesinden hareket etmek. Bu tecrübenin içine Selçuklu da, Osmanlı da, Cumhuriyet de girer. Öte yandan ‘Türklük” sözcüğü, -lük ekinin imlediği üzere bir soyutluğu içer; daha çok Türk olmak, Türk kalmak, kısaca hareket, süreç içinde olmak, yolu kendine mesken, yürüyüşü tarz kabul etmek… ‘Biz’ sözcüğünün mefhumu itikadımızın, kültürümüzün, medeniyetimizin, ne denirse densin, tarihî tecrübesidir; aşkınlığı bağlamsallığında içkindir. Dikkat edilmesi gereken, bu tecrübedeki sabiteler ile değişkenleri birbirine karıştırmamaktır.
Bize ait olan soru konusu kılınmalı
Beşerî eylemler kendilerine delalet eden sözcüklerin mutlaklığı içinde ele alınmaz; çünkü her tür eylemimiz belirli bir mekân-zaman içinde var-olan ilişkiler yumağıdır. Belirli koşullarda varlığa gelirler; imkânlarını tüketirler ve varlık sahnesinden çekilirler. ‘Biz’ dediğimiz de bir eylemdir; bir hâdisedir; muhdestir; mukayyettir; tarihî süreklilik içinde yol alır; var-olur ve yok-olur. Siz bugün bana bu içerikte bir soruyu sorabiliyorsanız sürekliliğimiz devam ediyor demektir. Kırılmaya gelince sürekliliğin herhangi bir formudur; varlığa gelmesinin pek çok şartı vardır. Ayrıca, bu kırılma başka bir yerdeki inşalarla alakalıdır. Daha açık bir ifade ile bize ait olanın soru konusu kılınması, biz-olmayanların diyarında ortaya çıkan ve bizi de belirlemeye başlayan farklı ve bizce yeni durumlarla ilgilidir. Bu nedenle felsefe-bilim tarihini bir kavga ve savaş tarihi olarak okumamalıyız. Bundan sakınırsak kırılmalardan çok inşalara yönelebilir ve ne olup bittiğini anlayabiliriz… Çünkü yanlışlarımıza ağıt yakmaktan bir türlü doğrularımızı inşa edemiyoruz.
SÜREKLİLİK GEÇMİŞ VE GELECEĞİ BİR ARADA TUTAR
Süreklilik idrakin bir özelliğidir her şeyden önce. Her şey her şey ile ilişkilidir ve her şey her şeyin devamıdır. Sorun sadece siyasî süreklilik değildir. Süreklilik olmaz ise düzen, nedensellik, yasalılık, vb. hiçbir şey olmazdı. Çünkü süreklilik yalnızca sübutiyetin değil aynı zamanda değişimin de zeminidir. Görünür olanı taşıyan görünmeyeni dikkate almazsak, ahvali taşıyan zatı bilmezsek ne kavramlarımızı inşa edebiliriz ne de yargıda bulunabiliriz. Usûleyn açısından süreklilik adetullah ve sünnetulah kavramlarının da içeriğini oluşturur zaten. Süreklilik hem geçmişi hem anı hem de geleceği birarada tutar çünkü...
Eylemeyen seyreder
Derdi olan herkes ilgilenecek, ilgilenmeli… Başladı da zaten. Türkiye Yazma Eserler Kurumu mesela… Bizim kültürümüz bir yazma kültürü; bu nedenle önce dökümü çıkartılmalı, sonra tenkitli metinleri yayımlanmalı; sonra da çözümlenmeli… Her zaman dediğim gibi, geleceğe ilişkin bir niyetimiz varsa bu tür işler bir biçimde ele alınır. Biz bundan uzak olduğumuz için konuşup duruyoruz… Eylemeyen seyreder…
Bildiğiniz gibi değil
Hep birlikte göreceğiz. Felsefe-bilimde sonuçlar hemen ve kolay ortaya çıkmaz; o da süreklilik ister… Bu projede çalışanlar yavaş yavaş araştırmalarını yayımlamaya başladılar. Sahayla ilgili dergilerde pek çok makale neşrediliyor. Şimdilik ortaya çıkan şey olarak şunu söyleyebilirim: Hiçbir şey bilindiği gibi değil… Nasıl? Yayınlar arttıkça göreceğiz. Ama bunun için takip gerekli…
Katılıyorum. Dertli insanların sayısı artıyor demek ki… Dert derken geleceğe ilişkin niyetleri olan, teklifi bulunan insanları kastediyorum. Teklifimiz var ise derdimiz de var demektir; derdimiz var ise hem-hâl olup yola düşmüşüzdür. Şuna hep inandım: Bir yerde bulunmanın, kendine has bir işe kalkışmanın, hatta kendine ait bir cümle kurmanın asgarî zemini bir teklif sahibi olmaktır. Yankı bulmak da bununla ilgili, söz menzile girmişse birine değer hiç şüphesiz. Nitekim Taşköprülü-zâde şöyle der: “Her bilginin bir menzili vardır; o menzile varmadan, o bilgi nâzil olmaz; çünkü nuzûl, menzile tabidir.” Demek ki derdin, bilginin menzilindeyiz.
İNSAN YENİLENMEDEN HAYAT YENİLENMEZ
Bir kaç yıl önce benzer bir soruya kısaca şöyle yanıt vermiştim: “Düşünmek yola çıkmaktır ve ben de yolda olduğumu ümid ediyorum. Yolda olduğumdan da hiçbir fikrimde kemal görmüyorum. Kitap ise ciddi bir iştir; kendimi, henüz, o ciddiyetin altına girecek yetkinlikte hissetmiyorum.” Kendime ilişkin kanaatim değişmedi; ancak bir noktayı atlamışım; o da yol arkadaşlarımın, dostlarımın aynı kanaatte olmadığı. Neticede yazılarımın kitaplaştırılması, başta M. Ali Çalışkan olmak üzere yol arkadaşlarımın marifetidir... Bu kitaplar yine de bir şey demek istiyorlarsa dedikleri şöyle özetlenebilir: Bir insanın kendine ilişkin kanaati değişmeden, olgu ve olaylara ilişkin bakış-açısı değişmez; çünkü insan yenilenmeden hayat yenilenmez...