Yıl 1881… Dönemin Osmanlı sultanı tarafından Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'na çok değerli bir hediye -dev boyutta bir elmas kolye- gönderilmek istenir ve bu mukaddes vazife için de iki gözde bürokrat, Aziz Efendi ve Lemi Bey görevlendirilir. Zorlu bir deniz yolculuğundan sonra vardıkları Yeni Dünya'da, onları Başkan'a ulaşana kadar çok daha çetin ceviz serüvenler ve türlü tehlikeler beklemektedir. Hırsızlığı meslek edinmiş haydutlar, öfkeli kızılderililer, tekinsiz kasabalar, kendilerininkiyle taban tabana zıt bir hayat tarzının hüküm sürdüğü uçsuz bucaksız bir ülke… Fakat, bu iki adamın, yaşadıkları zorluklar karşısında geri adım atıp İstanbul'daki saray erkânına mahcup olmaya hiç mi hiç niyetleri yoktur. Çünkü onlar, sultanlarına verdikleri sözü her ne pahasına olursa olsun yerine getirmeye yemin etmiş gözüpek birer Osmanlı elçisidir.
Oyuncu, senarist ve yönetmen Cem Yılmaz'ın muhayyilesinden çıkan istisnasız her öykü gibi, sanatçının sadık izleyici kitlesi tarafından “Yahşi Batı” da aylardan bu yana büyük bir merakla beklenmekteydi. Fakat, işin açıkçası Cem Yılmaz'ın sinemadaki muhtelif türler üzerine bir parodi çekeceği ortaya çıktıktan sonra onun ne ortaya koyacağı üzerine bu kadar da derin bir merak beslemeye hiç gerek yok; çünkü şimdiye kadarki onca sahne şovu, yanısıra da “Gora” ve “Arog” gibi benzer kategoride iki gişe rekortmeni filmi hatıra getirilince, ne yapacağı üç aşağı beş yukarı ta en başından belliydi zaten…
Oyunculuktaki gelmiş geçmiş en iyi iki performansını “Herşey Çok Güzel Olacak” (1998) ve “Hokkabaz”da (2006) sergileyen, fakat bu açık gerçeği kendisi bile kabul etmeyen Yılmaz, gişe gelirlerini riske etmemek adına sık sık yapageldiği üzere, beyazperdedeki kariyer yollarını kestirmeden dolanarak “türler parodisi” üzerinden garantili bir izleyici ilgisi devşirmeyi hedefliyor. Ancak, hesaplayamadığı tek konu ise aynı türden western taşlamalarının daha 1970'lerde ZAZ grubu ve Mel Brooks filmlerinde, yanı sıra da Robert Zemeckis'in “Geleceğe Dönüş”lerinde fazlasıyla tüketilmiş olması… Bütün bu pahalı hengâmeden geriye kalan en ilginç yön ise 1960'ların ikinci yarısıyla 1970'lerin ilk yarısı arasındaki on yılda western türüne ciddi ciddi merak saran, bu amaçla Kilyos taraflarında derme çatma bir “Vahşi Batı kasabası” bile kuran Türk sinemasının, 40 yıl sonra çok daha iddialı ve görkemli prodüksiyon koşulları eşliğinde o günlere yeniden dönme fırsatı yakalaması…
Bildiğiniz Cem Yılmaz, sahne şovlarının biraz daha esnetilmiş versiyonları şeklindeki bildiğiniz zekice esprileriyle yine bolca gülüp eğlendiriyor; fakat tadı hâlâ damağımızda asılı duran “Hokkabaz”daki genel kalitenin üzerine yeni bir tuğla daha ekleyemiyor.
İki saatin sonunda karanlık salondan dışarı çıktığımda belleğimde bu gösterişli filmden geriye kalanlar, Yılmaz zekâsına yaraşır nitelikteki o “rüzgarda yuvarlanan çalı” esprisi, filmi biraz ilerledikten sonra İngilizceden Türkçe dublaja geçiren DVD menüsü, atın ilgili bölümünden avuçlanıp sevgiliye sunulan rengarenk kelebek ve “Amerikalılar yapsa ancak bu kadar olurdu” dedirten muhteşem bir kasaba dekoru ve sarf edenlerin ağzında güzel durduğunu itiraf etmek zorunda olduğum bir dizi argo cümle kaldı. Ki bana göre Ömer Faruk Sorak-Cem Yılmaz ikilisinin entelektüel kalibreleri gerçekte bunun çok çok üstünde…
Ancak, onları da anlayabiliyorum; çünkü film yapımı oldukça pahalı bir iş ve “kalite”yi talep etmeyen bir toplumun sanatçıları her ikisi de… O yüzden, günün birinde niyeti bozup ciddi bir ticarî riske girerek, “Yemişim toplumsal beğeniyi” nidâları eşliğinde kafalarından asıl geçenleri beyazperdeye aktaracakları günleri sabırla beklemeyi sürdüreceğim.