|
Post-kemalist sendromlar...

Kılıçdaroğlu’nun kullandığı “direnç hakkı” ifadesinin Türkiye’de askeri bir darbeyi meşrulaştıran “anayasal bir kod” olduğunu hatırlattım.

Çoğu post-kemalistlerden olmak üzere, bir çok tepki geldi.

Darbeyi akla getiren hatırlatmalar yapmak, bu açıdan dün ile bugün arasında bağlara işaret etmek hoşuma gitmez.

Ancak bir zihniyet varlığını sık hissetirince hatırlamak ve hatırlatmak kaçınılmaz oluyor.

Nitekim kimileri bu bağları zihniyet düzeyinde aktif bir şekilde kuruyorlar. 40 yıl önce söylenenleri, “DP’nin anayasayı askıya aldığını, diktatörlük kurduğunu ve direncin bir hak olduğunu”, DP yerine AK Parti’yi koyarak, aynı gerekçelerle tekrar ediyorlar. Ve durumu (direnç hakkı kavramını kullanmış olan) John Lock bile kurtaramıyor. Değil mi ki, 1960’da üniversitelerde, kurucu mecliste meşruiyet kavramına takla attırarak Montesquieu’den önce isyan, sonra ihtilal hukuku üretilmeye çalışanlar bile olmuştu.

Kılıçdaroğlu ise ayrı bir vakıa. Bir ana muhalefet partisi lideri, ilk darbe anayasasında yer alan, ihtilali doğrulayan bir ifadeyi refleksif olarak tekrar ederse, “zihniyet-bellek ilişkisi açısından” bu sadece Türkiye’de değil, her yerde vahim bir durum oluşturur.

“Direnç hakkını” önemseyen, Kılıçdaroğlu lafını üzerlerine alınan diğerleri ise, kusura bakmasınlar, bu ülkenin bir öyküsü var, bundan böyle biraz daha dikkat buyursunlar. “Demokrat”ız diye ortada cirit atanların, Mısır’da İhvan, Sisi tarafından iktidardan indirilince yazdıkları yazılara bir göz atsınlar. İhvan’ın darbeyi hak ettiği imalarını, kurdukları İhvan-AK Parti benzetmelerini hiç unutmasınlar.

Post-Kemalist kelimesini boşuna kullanmıyorum.

Ve bununla sadece bir politik duruşu değil, ayrı zamanda bir ruh halini kastediyorum.

Bu ülkenin ortalama seküler eliti yıllardır ağır bir yarılma yaşar. Eğitimi, bilgisi, kendisine ilişkin gelecek tahayyülü ne olursa olsun, ne denli açık olursa olsun, söz konusu “öteki” olunca “tahammülsüzlüğü” tahammül edilmez bir düzeye çıkar.

Bu tarihin hiç bir döneminde değişmemiştir.

Yarılma açıktır: Zira bu tablo, hastalıklı bir ikiliği, kendisine yönelik çoğulculuk ve heterojenlik atfı, hatta talebini, ötekine ilişkin ise sabit bir şekilde monolitik, homojen ve ideolojik olma vurgusunu içermektedir.

Tutuculuk mutlaktır: Zira bu durum, neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veren, doğru düşünme ve davranış haritalarını çıkaran, bunu “meşruluğu jspat için uygunluk testi’ne dönüştüren üstün aklın parçası olma haline işaret etmektedir.

Bazılarının “özelleştirdiği, kimliği ve duruşuna mal ettiği” evrensel değerler üzerinden kendi anlam dünyasına “doğal meşruiyet”, ötekinin dünyasına “kendiliğinden gayri meşruluk” atfını, aslında oryantalizm, seçkincilik gibi tabirler bile karşılamaz.

Durum, “apartheid kültürü”nü ve “apartheitçi kişilik bozukluklarını” düşündürmüştür.

Siyasi hayatta istenmeyen her aktörü, istenmeyen her durumu “gayri meşru”, buna karşın bunlarla mücadele için türlü siyaset dışı ve şiddet bulaşmış yolları “meşru” ilan etmek bu bozukluğun ana semptomudur.

Farklı dönemlerde, farklı kişilerde, farklı eğilimlerde, farklı düzeylerle karşımıza çıkar.

Bugün de çıkıyor.

Esas olan bu farklılıkların ortak noktası ve özüdür.

Dedesiyle torunu arasında zihniyet açısından hiç fark yoktur.

Bunun adı muhalefet değildir.

Bunun adı siyaset de değildir.

Bunun adı fikir hiç değildir.

Bu, eleştiri sınırını aşan, siyasi kavgayı iç savaş haline indirgeyen, öfke ve tahammülsüzlük üzerine oturan tümüyle siyaset dışı, mutlakiyetçi ve kimlikçi bir siyasi tutumdur.

Türkiye’nin bir siyasi iktidar sorunu elbet var.

Bu sorunu üreten ana faktörlerden birisi de siyasetsizliği ve tarihsizliği simgeleyen bu post-kemalist zihniyettir...

#Kılıçdaroğlu
#AK Parti
#Post-Kemalist
9 yıl önce
Post-kemalist sendromlar...
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle