|
"Safahat"a suikast

Bugünkü yazımda hem ilim ve irfanla ilgili olan devlet erkânına, hem siyaset ve ticarete düşkün edebiyat yârânına, hem de edebiyat ve düşünce mirasımıza duyarlı vicdan sahibi okurlara Mehmed Akif Ersoy''un Safahat''ının Kemal Bek eliyle (Nutuk''la birlikte) ticaret ve siyaset piyasasına sürülen "özgün diliyle ve günümüz Türkçesiyle iki dilli basım"ından bazı misâller vereceğim.

Siyasî ve ticarî bilmişliklerin düşünce ve sanata ilişen, ilişmekle kalmayıp düşünce ve sanat üzerinden iktidar devşiren o meşum elini hararetle sıkmam beklenmemeli benden. Bu nedenledir ki düşünce ve sanatı birleştiren tepeden sesleniyorum size. Dilin, dilimizin ta içinden. Türkçe''nin içinden.

BİR: Yatarken yerde, zulmüyle kaynaşmış alçak düşünceler, / Yarıp duvarları, yükselmiş bu korkunç kabul heykeli (s. 41)

Aslı şöyle:

Yatarken yerde ilhâdıyla haşr olmuş sefil efkâr / Yarıp edvarı yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrâr

Sadeleştirici, kabaca ''dinsizlik/ateizm'' anlamına gelen ''ilhâd'' kelimesinin yerine ''zulmü'' koymakla kalmamış, ikinci mısrada karşıtı olan o tarihî devirlerin içinden yükselen ''heykel-i ikrar''ı, yani sarsılmaz imanı, ne demekse, "duvarları yarıp yükselen korkunç bir kabul heykeli" hâline dönüştürmüş.

İKİ: Her cemaatten beş on dinsiz çıkar, bu durum / Pek doğaldır; ama dinsiz olması bir milletin, boş lâf. (s. 347)

Aslı şöyle:

Her cemaatten beş on dinsiz zuhur eyler, bu hâl / Pek tabiîdir. Fakat ilhâdı bir kavmin muhâl.

''İlhâd'' kelimesi, çok şükür burada dinsizlik anlamı kazanmış, ama bu sefer cânım ''muhâl'' (imkânsızlık) kelimesi, ''boş lâf'' hâline dönüşmüş. (Beyitteki "hâl-muhâl'' kafiyesinin katline işaret edelim mi?)

ÜÇ: Bütün ileri gelenlere tiryaki bir kopuk tanırım... (s.439)

Aslı şöyle:

Bütün kebaire tiryaki bir kopuk tanırım...

Sadeleştirici, anlaşılan, kebâir ile ekâbir''i birbirine karıştırmış, ve büyük günahlara alışmış, yani metinde geçtiği hâliyle "içki, kumar, fuhuş, irtikab (rüşvet) gibi her türlü rezilliğe, şenaate mübtelâ bir kenar mahalle bitirimini, "bütün ileri gelenlere" tiryaki eylemiş.

DÖRT: İstemem, dursun o temelsiz övünçler bir yana... (s. 471)

Şu "temelsiz övünçler" de neyin nesi acaba? Üşenmeyelim bakalım:

İstemem, dursun o pâyânsız mefahir bir yana...

Çok bilmiş sadeleştirici, ''pâyânsız'' (sonsuz, nihayetsiz) kelimesini, ''payandasız'' anladığı için hiç düşünmeden mefahiri ''temelsiz'' yapmış.

BEŞ: Nedir bu? Başka değil, aynı Tanrısal edimin işidir: / Bütün ezeldeki çalışmanın yoğunlaşmışıdır.

Aslı nedir şu "tanrısal edim"in, bir bakalım:

Nedir bu? Başka değil, aynı cilvenin işidir: / Bütün ezeldeki sa''yin tekâsüf etmişidir

Bu nasıl bir densizliktir ki hiç acımadan ''cilve'' kelimesine kıyılabilmiş?

Sadeleştiricinin ne Osmanlıcası, ne Türkçesi vardır; ne de aklen ve edeben zevk-i selimi. Akif''in şiirleri sözkonusu olduğunda gereken felsefî ve tasavvufî birikimden ise hiç nasibi olmadığı pek aşikâr.

ALTI: Tüllenen mağribi akşamları sarsam yarana...

Akif''in, âşıkı olduğum bu mısraını, sadeleştirici, bakınız nasıl da hunharca katletmiş:

Tüllenen batıyı, akşamları sarsam yarana... (s. 651)

Ne yazık ki sadeleştirici ''garb'' ile ''mağrib'' arasındaki koca farkı göremeyecek kadar özensiz ve laubali.

YEDİ: Bir de şu misâli gözden geçirelim:

Bu cebhe fecr-i ezelden örülmüş olsa gerek;

Sadeleştikten sonraki hâli:

Bu cephe, eskiden tan şafağından örülmüş olsa gerek; (s. 731)

Hakikaten yazık. Çok yazık. "Fecr-i ezel" demek, hilkatin/yaratılışın başlangıcı demek. "Tüllenen mağrib"i hiç utanmadan "tüllenen batı"ya dönüştüren zevksizlik ve kültürsüzlük, fecr-i ezel''i de "eskiden tan şafağı" haline getirmekten çekinmemiş.

Nasıl olur da şimdi Cemil Meriç hatırlanmaz: "Mabedi bezirgânlardan temizlemek... bezirgânlardan, dilencilerden, kalem haydutlarından... gazâların en hürmete şayanı."

SEKİZ: Zaman da çalışmaya çıkar: Çünkü hep onunla yürür. / Yer de çalışmaya varır: Çalışmayı sıfıra indiriniz, / Yerin varlığı düşünülemez, mekân boş düşünce olur. (s. 387)

Sadece terzil değil, rezil de edilen bu felsefî anlatımın aslı şöyle:

Zaman da sa''ye çıkar: Çünkü hep onunla yürür. / Mekân da sa''ye varır: Sa''yi sıfıra indiriniz, / Mekân tasavvur edilemez, muhâl olur hayyiz.

Mekânı ''yer''e dönüştüren kafa, ''hayyiz''i de ''mekân'' yapıveriyor. Neymiş, "zaman da çalışmaya çıkar"mış, "yer de çalışmaya varır"mış. Allah hepimize akıl fikir versin!

DOKUZ: Yeryüzü mahkumu olmuştur, zaman mahkumu olmakta; / O, yazık, istiyor egemen kesilmek bütün dünyada! (s. 693)

Aslı şöyle:

Zemîn mahkumu olmuştur, zaman mahkumu olmakta; / O, heyhat, istiyor hâkim kesilmek bu''d-ı mutlakta.

''Mekân'' ve ''hayyiz''den sonra şimdi de şair ''zemîn'' kelimesini kullanıyor. Zaman zemîn meselesi. Peki sadeleştirici ne yapıyor, zemîn''e ''yeryüzü'' diyor, buud-ı mutlak''ı ise ''dünya'' hâline getiriyor.

ON: Topraktan örtüne büründün sen, ey edebin ışığı, / Ama o parlaklık ki hatırımdadır... Söner, / Durup mezarının üstünde ağladıkça (bir) bulut; (s. 113-115)

Bu mısraların aslı ise şöyle:

Ridâ-yı hâke büründün sen ey sirâc-ı edeb, / Fakat o lem''â ki yâdımdadır... zevâli adîm... / Durup mezarının üstünde ağladıkça sehab;

Şair hatırındaki o ışığın zevalinin ''adîm'' olduğunu, yani bulutlar durup mezarının üstünde ağladıkça hatırındaki o parlak ışığın aslâ sönmeyeceğine işaret ediyor.

Sadeleştirici ise, ''o parlaklık ki hatırımdadır, söner" diyor.

ONBİR: "Sevkediyormuş meğer insanları/Hakk-ı übüvvet de bu caniliğe" beytinde geçen ''hakk-ı übüvvet'', yani babalık hakkı, "kulluk hakkı" diye katledilmiş. (s. 463)

ONİKİ: "Beşer değil mi? Teâlî de etse irfanı", şu şekilde katledilmiş:

İnsan değil mi? Yükselse de etse kültürü, (s. 375)

Ne güzel, değil mi? Yükselse de etse kültürü...

ONÜÇ: Boğulmuş insanın ruhu, şarabın kızıl dalgalarında / Görünüyor, lânet olası meyhanecinin çirkin yüzünde! (s. 79)

Bu beytin aslı şöyle:

Boğulmuş rûh-ı insanî şarâbın mevc-i âlinde. / Nümâyan mel''anet sâkisinin çirkin cemalinde!

Hadi uzatmayalım da kısaca söyleyelim, "lânet olası meyhanecinin çirkin yüzünde" diye bir ibare yok metinde. Şair, "meyhanecinin çirkin yüzündeki mel''anetin görüldüğü"ne işaret ediyor, o kadar! Mevc-i âli ise "kızıl dalgalar" değil, "yüksek dalga(lar)" demek.

ONDÖRT: Tarih, o bizim eştiğimiz kanlı yıkıntı, / Saklar sayısız mezar ile milyonla yazıtı. (s. 702)

Bu anlamsız satırların aslı şu:

Tarih, o bizim eştiğimiz kanlı harâbe, / Saklar sayısız lâhd ile milyonla kitâbe.

Şairin ''harabe'' ile ''kitâbe'' arasındaki kurduğu ''sescil'' (!) yakınlığın nasıl da mahvolduğuna üzüldüğümü sanmayınız, sadeleştiricinin ''yıkıntı'' ile kafiye tuturmak için ''yazıt'' kelimesini ittirmesi (''i'' haliyle kullanması) hüzünlendiriyor insanı. Bakınız: yıkıntı+yazıtı.

''Mezartaşı'' (kitâbe) anlamına mı gelir yazıt?

Ne diyeyim, Safahat''a yazık olmuş.

Hülâsa, sadeleştiricinin lisan ve tarih bilgisinin, ilmî seviyesinin, zevk-i edebîsinin, hassasiyet ve dikkatinin böylesi bir iş için yeterli olmadığı sarahaten ortada.

Yazımızı bitirken, eski bir münekkid dostumuzu, Cemil Meriç''i buraya konuk etmemizin tam da sırası:

— İstediğimiz, şaheserlerin kazanç hırsına kurban verilmemesi, yani mabedin bezirgândan temizlenmesidir. İstediğimiz, otoritelerini münekkidin sükûtuna borçlu olan kalem erbabının, cihan edebiyatının, buudları sayısız asırları kucaklayan Panthéon''una dolu dizgin dalıp ebediyetin önlerinde secde ettiği şâhikalara saygısızca saldırmamasıdır.

Türkiye''de seviyesizliğin ve ciddiyetsizliğin yaygınlığından şikayet edenlerin de haksız çıkacağı günlerin gelmesi umuduyla.

Not: Söylemek gerekir mi bilemiyorum ama ben kötümser değilim, karamsarım.

16 yıl önce
"Safahat"a suikast
Kamu yönetiminde bölüşüm sorunu ve çözüm yöntemi
Başıboş köpek sorunu nasıl çözülür?
Gazze yanarken Hac ve Umre
Fiîlî işgalden zihnî işgale kapitalizmin insanı ve hakikati yok ediş serüveni… 
Yeni anayasa tartışmaları ve siyasetin normalleşmesi