|
Hâlâ savaştayız
Selçuklu tarihi birçok ayrıntısına kadar biliniyor. Beylikler dönemi de öyle. Osmanlı devletinin hikâyesi, Anadolu'dan Avrupa'ya yolculuğu, neredeyse gün gün aydınlatıldı. Tahrir defterleri, yazışmalar ve fermanlar arşivlerde / özel koleksiyonlarda duruyor. Geri çekilirken başımıza gelenler, cephelerdeki kayıplar, yağmalanan ve yıkılan ecdad yadigârı eserler; hepsi kayıt altında. Bakınız: Çanakkale cephesindeki şehitlerin isim listesi.

Büyük göçle beraber Asya'nın ortasından gelen boyların, oymakların nerelere yerleştiği, hangi köyleri kurduğu bile sabittir. Bir örnek: “Bayatların bazı kolları Diyarbekir ve Urfa havalisindeki köylere yerleşerek ziraatle meşgul olmaya başlamışlardır. Bu surette, Suruç'a bağlı Taşlıöyük ve Eymircan köyleri Bayatlar tarafından kurularak şenlendirilmiştir.” (Tufan Gündüz, Anadolu'da Türkmen Aşiretleri, sayfa 119)

Buna karşılık, yakın tarihimiz bize çok uzaktır. Milattan önce gibidir. Yirmili, otuzlu ve kırklı yıllarda neler yaşanmış, nasıl olmuş, tam olarak bilinemiyor. Karanlık noktalar, mahrem bölgeler, can alıcı konular ve tahammül sınırını aşan haksızlıklar. Cihat fetvalarıyla yola çıkanların, yolculuklarını içki fabrikalarıyla sonlandırması. İstiklâl Mahkemeleri'nin ve kişisel hesaplaşmaların milletin sinesinde açtığı derin yaralar. “Asıl düşmanımız millettir” sözünün uygulamaya konulması ve birinci / ikinci tehdidin daima sınırlarımız içinde aranması. İrticayla mücadele vs. Batı dünyası, yüzyıllar boyu devlete saldırmıştı. Bunlar da millete saldırdılar. Misak-ı Millî'ye dâhil olan Musul elden giderken, Ege adaları düşerken, bunlar milletle uğraşmakla meşguldü. Millî Şairimiz'i silmek, İstiklâl Harbi kahramanlarını sindirmek, bütün umut ışıklarını söndürmek. Adım atanın peşine sivil polis takmak.

Nihayetinde, bir şey aslına dönmek veya kaybolup gitmek zorundadır. Üçüncü bir şık / ihtimal yoktur. Bugün ben Kâzım Karabekir Mahallesi'nde oturuyorum. Aynı adı taşıyan camiye gidiyorum. Evlerimize Kur'an-ı Kerim'den sonra en çok giren kitabın Safahat olduğu söyleniyor. Mehmet Akif'in, Karabekir Paşa'nın adını taşıyan sokak, cadde, okul ve cami isimleri her geçen gün artıyor. Bunları unutturmak isteyenler ise gün geçtikçe unutuluyor. İlahi adalet böyledir işte!

Son okuduğum bir haber: “Despot valinin soyadı da silindi. Tandoğan Meydanı'nın ismi Anadolu Meydanı olarak değiştirildi. İsim değişikliği önergesine CHP'li meclis üyeleri itiraz etti.” (Yeni Şafak, 14 Nisan Salı, sayfa 12)

Bir diğer dikkat çekici konu da şu: Yakın tarihimizle ilgili ne zaman bir belge yayınlansa, iddiada bulunulsa, belli odaklar hemen karşı atağa geçiyor ve belgelerin ciddiyetini kundaklama girişiminde bulunuyorlar. Belgeyi sunanları ve haberini yapanları alaya alıyorlar. Bunu defalarca yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. 'Belki doğrudur' sorusunu bile kendilerine sorma cesareti gösteremiyorlar. Çünkü vazifeliler. Şüphe düşürmek zorundalar.

28 Haziran 1996'dan bu yana, devlet, milletiyle beraber tekrar ayağa kalkmak istiyor. İlginçtir ve acıdır; sadece dışardan değil, içerden de direnç geliyor. Yakın tarihin aydınlatılmasını istemeyenler ile bu direnci sergileyenler, biliyoruz ki, aynı odaklar, çevreler.

Onlara şunu hatırlatalım: Diken, battığı yerden çıkar!

***

Ülkemizin ve milletimizin tarih boyunca neyle karşı karşıya olduğunu anlamak için, Papa'nın Ermeni meselesiyle ilgili açıklamasına bakmak yeterli.

Türk yetkililer, Papa'nın verdiği sözü tutmadığından yakınıyor. Soykırım demeyecekmiş, fakat demiş. Öyle anlaşmışlar, böyle olmuş.

Hemen burada, kıyamet günlerinde sadrazamlık / başbakanlık yapan Said Halim Paşa'nın Buhranlarımız kitabını açıyoruz. Kendisi, bir Ermeni tarafından gurbetteyken şehit edilmişti. Okuyalım: “Sulh zamanlarında bile Osmanlı bütünlüğüne ve istiklâline en öldürücü darbeleri vurmuş olanların, hele bir de savaştan zaferle çıktıktan sonra, verdikleri sözlere riâyetlerinin daha öncekilerden başka türlü olacağına nasıl inanabilirdik? Geçmişte olanlar, gelecek için tatlı hayaller beslememize imkân bırakmıyordu.” (Sayfa 273)

'Şimdi savaşta mıyız' sorusunu duyar gibiyim. Evet, hâlâ savaştayız. Türkiye'nin ayağa kalkması ve kendine gelmesine karşı yürütülen bir savaş bu. Dışardan ve içerden. Son üç yılda neler yaşadık?

Bir an için, Papalığın insan haklarına duyarlı olduğunu düşünelim. Ermeni Olayları'nın yüzüncü yılında, söz konusu açıklamayı, bu hassasiyetleri nedeniyle yaptılar.

Bu düşüncemiz doğru olsaydı eğer, onlardan / oralardan, örneğin, Balkan Savaşları sırasında işlenen insanlık dışı bir suçla ilgili de kınama sözleri duyardık. İki yıl önce, yüzüncü yılını geride bıraktığımız bir mezalim.

İhsan Ilgar'ın Tarih Boyunca Türk Şehitlikleri kitabından: “Bulgarlar, Balkan Savaşı'nın sonlarına doğru Edirne'nin tarafımızdan geri alınması üzerine, 4 Mayıs 1913 günü Eskizağra'da bir fabrika yakınında tel örgüyle çevrili esir kampında bulanan Türk esirleri makineli tüfek ateşine tuttu. Bu âdi hareketin sonunda 1,600 erimiz şehit edilmiş, 1,800 er yaralanmıştı. Bunların da çoğu bakımsızlık sonucu şehitlik mertebesine ulaşmışlardı. Dünya insanlık tarihinin alnında bir leke olarak kalacak bu mâsum şehitler, Eskizağra'nın Müslüman mezarlığında açılan çukurlara doldurularak gömülmüştür.” (Sayfa 25)

'Bunlar kendine gavur' diyeceğim, olmayacak. En iyisi, aziz şehitlerimiz için bir Fatiha okumak…
#Türkmen Aşiretleri
#ibrahim tenekeci
#Said Halim Paşa
9 yıl önce
Hâlâ savaştayız
Demirtaş’a dokunulsun mu?
Sıkışıp kaldığımız bazı yerler
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı