|
Bir mezarın peşinde
2009 olmalı. Tarık Tufan ile ailecek Şam'da idik... Güzel, aydınlık bir gündü…

O gün, Zeynebiye'ye gittik. Hz. Ali'nin kızı Hz. Zeynep validemizi usulünce ziyaret ettik. Ziyaret bittiğinde, görevlilere Ali Şeriati'nin kabrini sorduk. 1977 yılında İran gizli servisi SAVAK tarafından İngiltere'de şehit edilen bu büyük düşünürün kabrinin Zeynebiye yakınlarında olduğunu öğrenmiştik. Niyetimiz bir selam verip birer Fatiha okumaktı.

'Bu bilgiyi nerden öğrenmiştiniz' derseniz… Kaynaklar bize, Ali Şeriati'nin şehit edilmesinden sonra ailesinin ve yakın çevresinin girişimleri ile Şam'a getirildiğini bildiriyordu. Tabii aziz şehidin, Hz. Zeynep validemizin kabrinin hemen yanına defnedildiğini de…

Ne yazık ki, Ali Şeriati'nin kabrini bilen bir tek insana rastlamadık Zeynebiye'de. İran İslam devriminin belki de en önemli teorisyeninin, bütün İran'ın uyanışını sağlayan adamlardan birinin kabrini bilen bir tek kişi yoktu.

O dakika daha önce tanıştığım devrim savunucusu İranlılara 'Ali Şeriati' ismini zikrettiğimde suratlarının niçin hafif asıldığını, konuyu niçin çabucak geçiştirdiklerini de anlamış oldum. İran'da devrimin gerçekleşmesini sağlayan başat figürlerden biri olan Ali Şeriati ya unutulmuş ya da -daha kötüsü- unutturulmuştu.













Doğru; devrim sonrası İran'da bir takım binalara adı verilmiş, bir takım caddeler ismi ile süslenmişti. Fakat sonradan ne olduysa, bir çeşit unutkanlığa mahkûm edilmişti işte. İran'dan Şam'a ziyarete gelen hiç kimsenin, Zeynebiye civarındaki hiçbir Suriyeli Şii'nin Şeriati'nin mezarını bilmiyor olmasını başka türlü neyle izah edebiliriz ki?

Yapacak bir şey yoktu. Çıktık Zeynebiye'den. 'Şam'a gelip, Şeriati'nin mezarını ziyaret edemeden dönmek de varmış kaderde' diyerek yürüdük. Bir taksiye binip Babtuma'ya dönmeye karar verdik. Ben, ümitsiz bir tonla bir lokantacıya seslendim: 'Ali Şeriati.'

Lokantacı, sanki söylediğim ismi bir yerlerden hatırlamaya çabalar gibi dikti gözlerini. Ben bu kez biraz daha cesaretle: 'Şehit Ali Şeriati, makam, mezar, kabir' gibi bir şeyler daha söyledim. Lokantacı, eliyle 'bir dakika' işareti yapıp kasada oturan yaşlı bir adama döndü ve bir şeyler sordu. Sonra da bize, 'huun' dedi eliyle bir duvarı işaret ederek.

O duvar, meğer bir mezarlığın duvarı imiş. Kapısını bulduk. İçeri girdik. Köşede küçük, üzeri kapalı bir mezar vardı. Orasıymış. Fatihamızı okuduk. O anda, Tarık abinin de Ali Şeriati'nin bu unutulmuşluğu hak etmediğini düşündüğüne adım gibi emindim. Etrafta bizim küçük kafilemizden başka hiç kimse yoktu. Tarık abi, aziz şehit için içli, güzel cümleler kurdu. Ve o son cümleyi söyledi: 'Seni burada unuttular mı?'

Unutulmanın en acı göstergelerinden biri sanırım birinin mezarının dahi unutulmasıdır. Hele bu unutulan kişi devrinin en güçlü düşünürlerinden biriyse… Hele bu unutulan kişi, düşünceleriyle bir devrime yön vermişse… Hele bu unutulan kişi, devrim sonrası 'devrimin kendisi için bile' tehlikeli bulunmaya başladıysa…

Bir başka sevgili dostum Ahmet Murat Özel'in 'İbn Ataullah El-İskenderi - Hayatı, Eserleri, Görüşleri' isimli nefis kitabında okudum yenice. Hikem başta olmak üzere pek çok muhteşem eser kaleme almış, Şazeli yolunun en önemli şeyhlerinden biri olan İskenderi'nin Kahire'deki kabri, 1970'li yıllara kadar harabe halinde imiş.

Görüşleriyle milyonlarca insanı etkileyen, kitapları hemen her dile çevrilen bu büyük sufinin kabrinin perişanlığı ancak yine bir başka büyük ismin durumu gündeme getirmesiyle giderilebilmiş. 20. yüzyılın en önemli İskenderi uzmanlarından biri olan Taftazani, 1960'lı yıllarda kabrin halini ortaya koyan bir yazı kaleme almış. Bunun üzerine harekete geçen eski bir Ezher şeyhi, 1973'te kabrin yeniden düzenlenmesini sağlamış.

Şair dedemiz Yunus Emre'nin 'başlarının ucunda hece taşları / ne söylerler ne bir haber verirler' beytini, bir de buradan okumak lazım sanırım.

Benim de mezarıma toprak at Markar abi

Geçenlerde, soğuk bir İstanbul gününde, Haşmet Babaoğlu'nun pederini Karacaahmet'ten yolladık ahirete. Cenaze namazı biter bitmez başlayan yağmur, biz cenazeyi defnedene kadar sürdü. Hüsamettin amcayı 'rahmet'le uğurladık.













Cenaze törenlerinde insanın üzerine ya hakiki bir olgunluk ya da sahte bir üzüntü çöker malum. 'Hüsamettin amcanın cenazesine gelen hemen herkeste hakiki bir olgunluk vardı' desem abartmış olmam sanırım. Orada bulunan herkes 'orada olması gerektiği' için değil, 'orada olmak istediği' için oradaydı gibi geldi bana. Olgunluk da bundan kaynaklanıyordu kuşkusuz.

Mezar başında Kur'an-ı Kerim okunurken hemen sol çaprazımda Markar Esayan duruyordu. Yüzüne baktım. Onun o aydınlık, güzel yüzüne. Küreği eline alışını, çamura dönmeye durmuş toprağı mezara atışını izledim.

Sonra aklıma 'Ermeni' kelimesi geldi. Sonra aklıma 'Hristiyan' kelimesi geldi. Markar abinin Ermeni ve Hristiyan olduğunu, ilk kez bir Müslüman'ın cenazesinde, Markar abi bir Müslüman'ın mezarına toprak atarken düşündüğümü fark ettim. Genişçe gülümsedim. Uzun süredir düşündüğüm şey, Hrant'ın yüzüne bakarken, Markar abiyi dinlerken düşündüğüm şey netleşti kafamda. Paskalyada Hristiyan komşularına çörek hazırlayan Müslümanlar; Ramazan'da sokakta yemek yiyen çocuklarına kızan Rumlar birer 'nostalji unsuru' olmaktan çıktı böylelikle zihnimde.

Hani Efendimiz(sav) 'Cebrail bana komşu hakkını öyle anlattı ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim' buyuruyor ya. Tam öyle.

İdeolojiden, dinden, ırktan, zenginlikten daha önemli ve daha yukarıda bir şeydi Markar abinin attığı toprak. Merak etmeyin. Böyle deyince, 'ideolojilerin, dinlerin, ırkların canı cehenneme' demiş olmuyorum. Sadece, 'insan insanın kurdudur' sözünü lanetliyor ve 'insan insanın yurdudur sözünü önemsemek gerekir' diyorum.

Bunu anlamadıkça 'aramızda' olan bitenin neredeyse hiçbir önemi yok bence.

O yüzden sana 'komşuluk' vasiyetimdir Markar abi. Senden önce ölürsem, benim de mezarıma toprak at e mi?

Toroslar'da birdenbire bir mezarlık

Memleketin en genç vekil adaylarından biri olan Sena Nur Çelik'in kampanyasını yerinde görmek için iki günlüğüne Alanya ve Gazipaşa'da idim…

'Bana ne benden öncekilerin tarz-ı siyasetinden. Ben yapamayacağım hiçbir şeyin sözünü vermem, bilmediğim hiçbir konuda ahkam kesmem' diyen Çelik, önümüzdeki dönemin dikkatle takip edilmesi gereken vekillerinden biri olacak bana kalırsa.

Kendisi de bir Yörük kızı olan Sena ile Gazipaşa'nın köylerine (artık mahalle deniliyor malum) çıktık. Yörüklerin eskiden develerle kat ettiği bir yolu biz minibüsle tırmandık. Yeşilin her tonunun muazzam bir uyumla önümüze serildiği Toroslar'ı dolaşmak muazzam bir histi.













Toplam 3 köy dolaştık. Uğradığımız ilk köyün adı Çimenbağ idi. Küçücük, şirin bir köy. Köyün artık kullanılmayan 'birleştirilmiş sınıflı ilköğretim okulunun' önüne oturduk. Eskilerin tabiriyle 'bunaltmayan bir sıcak' vardı. Köy sakinleri soruyor, siyasiler cevaplıyorken usulca kaçıverdim. 'Biraz köyü dolaşayım' derken çıktı karşıma bu mezar taşı. Durmuş Üçüncü oğlu Hasan Ergin. 1854'te doğup 1926'da geçinmiş.

Bizim, şimdi tartışıp durduğumuz bir döneme tanıklık etmiş. Osmanlı tarih sahnesinden çekilirken yaşamış günlerini. Muhtemelen 1872 gibi askere alınmıştır. Belki askerliği payitahtta sürerken, Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistre'sinin sahnelendiği Gedikpaşa Tiyatrosu'nun önünde nöbetteydi. Hatta belki de askerliğinin son günlerini yaşarken Karaköy – Beyoğlu arasında açılan tramvay hattının ilk müşterilerinden olmuştur. Askerden sonraki 2-3 yıl 'hele bi daha anlat bakalım şu yer altı canavarını' sorularından bunalmıştır belki de.

Abdülhamid'i Sani Hazretlerinin sağlığı için edilen dualara amin demiş, devr-i istibdat laflarına kulak asmamıştır belki de.

60'lı yaşları geçerken Yunan gavurunun memlekete girdiğini duymuş, duvardaki tüfeği indirip 'namus günüdür' diye yola koyulmaya azmetmiş, çoluğu çocuğu tarafından zorla ikna edilip bu kararından vazgeçirilmiştir. 920'de bir oğlunun, 21'de torununun şehadet haberini almıştır belki. Zaten bir oğlu da Yemen'den dönmemiştir.

Canı sıkkındır hep son günlerinde. Dalıp dalıp gitmektedir. 'Düşmanı söktürüp attık ya, Allah'ın bugününe de şükür' demektedir elbet, ama oğullarını ve torunlarını da çok özlemektedir.

'Yeni payitaht Ankara oldu' haberini 'Allah vatana millete zeval vermesin' cümlesiyle karşılaşmıştır büyük ihtimalle.

926'da son nefesini vermeden hemen önce 'Allah' demiştir elbet.

Cenazesini, köyün erkekleri kaldırmıştır. İçlerinden yaşça Hasan'a en yakın olanı mezarlık dönüşü 'Hasan da gitti, sıra bize geldi iştecik' deyip sarmasından derin bir nefes köklemiştir.

Durmuş oğlu Hasan'ın hikâyesi bence üç aşağı beş yukarı böyledir. Memleketin hikâyesi, üç aşağı beş yukarı böyledir çünkü.
#balkanlar
#Çimenbağ
#Abdülhamid
9 yıl önce
Bir mezarın peşinde
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle