|
'Gelin Tacı'
Tarihi binaların, mabetlerin restore edildiği, evrensel geleneklerimizin bugünün diliyle kör topal vaziyette yeniden ihya edilmeye çalışıldığı bir dönemde, Başbakan’ın da altını çizdiği gibi, aslolan duygularımızın restorasyonu. ‘Güzellik medeniyeti’nin yapı taşlarını oluştururken, duyguların restorasyonu kendi içimize dönmeyi, nefs eğitimine yeniden el atmayı gerektiriyor.

Ferdî irşad ile toplumların kemâli arasındaki bağı içimizde dışımızda kurmanın üslubunu buldukça, bir kalp edebi geliştirmeye başlayabiliriz. Bu da sanatta; şiirde, romanda, resimde, minyatürde, tezhipte, ebruda, mimaride, musikide bir ruh dirilişini gündeme getirecektir usul usul. Kültür ve sanat bir medeniyetin kökleri, ruhudur.

Toplu irşad diye bir şey ise bazı cemaatlerin iddiasının aksine, mümkün olamıyor, olamadı. Bunda inat etmekle sadece kendi cemaatini kollayan, kendi çalıp kendine oynayan, en doğru bilgi bizdedir, en güzel kitabı biz yazdık, en doğru İslam’ı biz temsili ediyoruz yaklaşımında olan cemaatler genişledi. Cemaat mensuplarının sayısı arttı. Müminlerin sayısı ise aynı oranda artıyor mu, cevabını herkes vicdanından verebilir kuşkusuz.

Önceleri şiddetli bir tasavvuf karşıtı olan İbn Ataullah El-İskenderî hazretleri (ö: 1309), “Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağını âlimler ve hikmet sahipleri sana öğretirler” diyerek eğitim ve terbiyeyi başarıyla tamamlamak gerektiğini belirtir. Ve ekler: “Peygamberler, veliler veya salihler vasıtasıyla Allah’a yaklaşılmaz, diyen düşünceden uzak dur. Kuşkusuz Allah kendine ulaşmak isteyenler için onları vesile kılmıştır.” (Gelin tacı / Hasta kalplerin ilacı. Üsküdar yayınevi, 2004)

O halde hangi niyette olduğumuz, âlemlerin kalbine yolculuk etme şevkimizi de belirliyor, tabiri caizse kalbin süveydasına... Bu yolculukta yedi başlı ejderhalarla boğuşmayı göze alan ve vergi ödemeye razı gelenlerin neye, hangi söze, kimin sözüne itaat ettiğine dair bir şuuru oluşur. Bu şuur ‘aşkın sıratı’nda tutar yolcuları, salikleri, bir başka deyişle “canım sana feda ya Resulullah” diyen tüm aşk şehitlerini, aşk şahitlerini...
Gerçek sevgiliye (sahtesi de çoktur) itaat, ayette belirtildiği gibi En Sevgiliye (sav) itaat demektir, o da Allah’a. Bu mealdeki ayet şöyle buyurur: “Her kim Allah’a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberler, dosdoğru kişiler, şehitler ve salihlerle birliktedirler. Bunlar ise ne güzel arkadaştır.” (Elmalılı tefsirinden.)

Bu tevhid hakikatine şahitlik etmeden, vücudunda tatbik etmeden, vicdana ve nihayet gönüle indirmeden, O’nun celalinden de cemalinden de razı olmadan... Aşk tamamlanmıyor. Yani güzel ahlakın, nefs terbiyesinin eğitimcileri var, olmak zorunda. Musa da olsanız, kendi izinizden geri dönüp ölü balığınızın denize karıştığı yeri bulmanız, Hızır’ınızla buluşmanız gerekiyor. Ardına geçebilmek, tabir edebilmek için varoluş rüyanızı...
Aşk bu anlamda fıtri bir zorunluluk olsa da, eğitim gerektiren bir yokluk serüveni vaat ediyor hepimize, hakiki insan olma yolunda. Sevmeden, zerreden küreye her şeye hakkıyla kendimizi veremeden büyük medeniyet kuramıyoruz. İman, insan kalbindeki bir nurdur ama nefsinizle ‘biz’ iddiasını çoğaltmaya devam ettikçe, imanın ideolojisini yapmaya başlıyoruz.

‘En iyi biziz’ yaklaşımıyla yola çıktığımız sürece sen/ben davasını gütmeye devam ediyoruz ve bundan da büyük, çoğulcu, evrensel değerleri kuşanan bir tevhid medeniyeti çıkaramıyoruz. Nefsim diye inleyen cemaatlerin İslam ümmetini bir araya getirme uğraşı güdük kalıyorsa, tevhid şuralarında bile Sünniler ayrı Şiiler ayrı ibadet etmeye devam ediyorsa... Ümmetin, ümmilikle ilişkisini olsun kurmaya başlamalıyız. Ümmet olmanın içrek anlamı, vücudunun bütün azalarını gönül kılmakla doluyor biraz da.

İşte on yedinci yüzyılda yaşamış velilerden Ümmî Sinan, önceki yazılarımda anlattığım gibi, müridi Niyazi Mısri’ye Elmalı’da uyguladığı ağır sınavdan sonra onu irşad eder. Ve Mısrî’ye hadi bakalım der, ‘yola çıkma vakti.’ Kâide bellidir, hiç arkaya dönülüp bakılmayacak. İstikâmet için bu önemlidir. Ümmî Sinân, Mısrî’nin önünden arkasından dedikodu yapan dervîşlerinden ikisini yanına çağırır ve görünmeden Mısri’nin arkasından gidin,’ der. Onları öyle bir işe memur eder ki, Mısri’ye karşı tüm kuşku ve dedikodularını giderebilecekleri bir kanıta şahit olmalarını sağlar. (Ayrıntılarını Mustafa Tatcı’nın Niyazî-i Mısrî Halvetî- Dîvân-ı İlâhiyat -H yayınları, 2015- adlı eserinden okumak mümkün.)

Gönülden gönüle, sevenlerin silsilesiyle kesintisiz zikir olarak aktarılagelen Resulullah hakikatinin Mısri, Yunus, İbn Arabi gibi temsilcilerinin vahiyden farklı, müstakil bir söz söylediğini kulaktan dolma bilgilerle, saldırgan üslupla, hakaretlerle vs iddia edenler hep vardı, olacak. Bu tür çeldiricilerin mürşid-i hakikilerin etrafında halis olmayan niyetlerle dolanan talipleri uzaklaştırmak bakımından da işlevsel olduğu söylenir. Ebû Hasan eş-Şazelî’nin hepimize tefekkür vaat eden bir sözüyle bitirelim: “Allah’ın veli kulları gelinler gibidir. Gelinleri günahkârlar göremez.”

#medeniyet
#tarih
#Ümmî Sinan
9 yıl önce
'Gelin Tacı'
Kamu yönetiminde bölüşüm sorunu ve çözüm yöntemi
Başıboş köpek sorunu nasıl çözülür?
Gazze yanarken Hac ve Umre
Fiîlî işgalden zihnî işgale kapitalizmin insanı ve hakikati yok ediş serüveni… 
Yeni anayasa tartışmaları ve siyasetin normalleşmesi