|
Merhamet hukuku

Hayatın her alanındaki farklılaşmalarımızı engellemek ve sadece benzerliklerimizin altını çizmekle yetinmek toplumsal arenada siyasi veya sosyolojik tahakkümlere yol açıyor. Ne yaşam tarzı, ne davranış kodları, ne düşünce dünyası olarak birbirimize benzemiyorsak ve ille benzeyelim diye tutturmuyorsak zihin altında düşman olmamızı meşrulaştıran bir yaklaşım çıkabiliyor bundan. Hakim olanın diğerine tahakkümünü kolaylaştırıyor bu.

İnsanların farklı kavramlar içinde yaşayan canlı sözler olduğunu bize hatırlatacak tevhidî olgular üzerine kendi toplumumuzdan örnekler vermeye devam ediyorum yazılarımda. İçinde yaşadığımız ama bizim gerçeğimizi açıklamaya yetmeyen sosyolojik terimlere acizane başka ifadeler getirmeyi amaçlayarak.

Önceki yazımda ifade özgürlüğü ile insanın evrensel niteliklerinin tam olarak kuşatılamadığı kör alanların kaldığını vurguladım ve bir toplumda ifade özgürlüğüne olduğu kadar mahremiyet özgürlüğüne de değer verilmesi gerektiğini belirtmeye çalıştım. Bu yazımda ise merhamet hafızasını ve dolayısıyla yazılı olmayan bir hukuku vurgulamaya çalışacağım.

İki binli yılların ikinci yarısında, özellikle patlayan bombaların ve provokasyonların çok arttığı dönemlerde, hep aynı şeyi vurgulamaktan usanmıyordum yazılarımda. Evet kimliklerimizi almalıydık önce. Ama sonra soyunmalıydık hepsinden, kabuk soyar gibi.

Kendine Kürt demek, Alevi demek, başörtülü demek ve bu tanımlara sahip çıkmak önemliydi. Çünkü mağduriyetlerimiz buralardan kaynaklanıyordu. Uğradığımız zulümler telaffuz dahi edemediğimiz kimliklerimiz yüzünden başımıza gelmişse, hakkaniyet adına kimliklerimizi almak, üstlenmek, onlarla meşruiyet ekseninde tanımlanmak gerekli ve değerli bir telafi yoluydu mutlaka.

Ama asıl olarak, bütün kimliklerimizden soyunmayı, bize emanet edilmiş bütün sıfatları sahibine iade etmeyi amaçlamalıydık. Adaletin tesisi kimlikler üzerinden gerçekleşemezdi. Çünkü: Kimliklerin adalet duygusunu oluşturması için ille vurgulanması, kişilerin, kurumların, toplulukların ‘varoluş gerçeği’ olarak kodlanması ifrata kaçtığında ne olduğunu da defalarca gördük bu dünyada.

Tekrarlamak gerekirse; derhal tahakküm başlıyor. Haklılığın, haksızlığın, zalimliğin, mazlumluğun kimlikler üzerinden gerekçelendirilmesi doğru değil. İnsandaki kaba genellemeci eğilimi körüklüyor. (Bütün Ermeniler düşman, bütün Müslümanlar terörist, bütün Kürtler hain vesaire.) Başka şeyleri de...

Şimdi bu sürecin çok ilerisindeyiz muhakkak. Artık iç içe geçişlerimizin altındaki dinamiğin kimlikler olmadığını yeniden hatırlama dönemindeyiz. İnsanlığa ait asıl değerlerin yani kabuğun içindeki özün kıymetini bilme dönemi!

Merhametin, diğergamlığın, dayanışmanın, mahremin, masumiyetin, helalleşmenin, affediciliğin, nefret etmeden direnmenin, hak vermeye dayanmayan bir anlama çabasının mümkünlüğünü ve hiçbir zaman bizi terk etmediğini... En kanlı iç savaşlarda, en haksız sürgün ve tehcirlerde dahi bu tür evrensel değerlerin ruhumuzu kuşattığını hatırlamanın zamanı.

Bu yüzden bu toplumda bir türlü karşılığını bulamayan hesaplaşma, yüzleşme gibi gerisinde acı gündemler barındıran kelimelerin tahakkümünden de kurtulabiliriz gerekirse. İnsanı baştan suçlu ve hain ilan eden bu sözcükler karşısında kendimizi savunmaya almaktan başka bir yol kalmıyorsa, evet bir tahakküm var demektir.

Bunun yerine irfan ve aşk geleneğimizde canlı kavramların başka türlü bir üslupla hayatımızda tahakkuk etmesini sağlayabiliriz. Sözgelimi karşındakinin zulmünü haykırırken, o en haklı olduğun noktada kendindeki hatayı, suçu, kusuru da kabullenmenin neresindeyiz... Buradan başlayabiliriz. Eskiler, karşındakinin kusurunu yüzüne vurmadan önce kendindeki bir yanlışlığı düzeltmeyi dene derlerdi.

Velhasıl yüzleşme kelimesinin tahakkümüne karşılık iç muhasebe yöntemlerini geliştirecek bir nefs eğitiminin bu topraklarda aslında hiç pıhtılaşmamış olan merhamet duygusunu yeniden akışkan hale getireceğine inanıyorum. Bunca çatıştırma senaryolarına rağmen, bizi ayıramayan o karmaşalarımızın ruhuna güveniyorum çünkü.

Acıların hangi kesime, tarafa, millete ait olursa olsun, mütekabiliyet esasına dayanamayacağından hareketle iç muhasebe yöntemleri geliştirerek karşılıklı bir telafi ve helalleşme niyetinin sağlanabilmesi sıkışmış siyasi söylemlerin ötesine taşıyabilir bizi. Özellikle Kıbrıs, Ermeni, Alevi meseleleri, azınlıkların malları gibi nakarat söylemlere sıkıştırılmış meselelerde.

Gecikmiş adalet arayışları ve cezalandırılmamış insanlık suçları bu topraklarda ne kadar fazla olursa olsun, izini düşürdüğü bir halis niyetin görünür olmasından bahsediyorum. Mesela, emniyet görevlilerinin, güvenlik güçlerinin yanlışlıkla ve veya bilerek öldürdüğü masum çocukları geri getiremeyeceğiz. Belki suçlular da ceza göremeyecek bundan sonra. Ama kamusal düzende adaletle hükmetme amaçlandığı ölçüde, mazlumları kuşatıcı bir telafi hukuku geliştirilebilir.

Siyasetçiler de faili meçhuller, soykırım, katliam ve sürgünler gibi kapanmayan yaralarla ‘yüzleşmek’ ve işi tarihçilere bırakmak dışında, bugünün canlı olan değerlerini siyasetin gerçeğine tahvil etmeye çalışmalılar artık biraz da. Gündelik hayatın içinde bizi biz yapan kuvvelerin fiile dönüştüğü durumları dikkate alan bir ‘içerden okuma’ gerekiyor toplumsal yaralarımızın kabuk bağlaması yolunda ilerlerken.

İster devlet tarafından gelmiş olsun, ister iç çatışmalara dayansın, maruz kaldığımız hemen her zulümde, karşı tarafı da dahil eden bir merhamet hukukuna dayanabildiğimiz ölçüde gerçeğin boyutlarını çeşitlendirebileceğiz. Bu girişten sonra mevzuyu somutlaştırarak açmaya inşallah devam edeceğim.

#sosyolojik
#mahremiyet
#Kürt
#Merhamet
9 yıl önce
Merhamet hukuku
Orta yol doğru istikameti gerektirir
Korksak mı?!
Londra izlenimlerim, beklentiler ve riskler
Türkiye’nin enerjisi
Komprador entelektüel ve siyasi işlevi