|
Nihayet: Gündelik hayatın kalbinde...

1985 yılında Boğaziçi üniversitesinde sosyoloji okurken, bizim çevrenin en revaçta dergilerinden birinde, Kadınca dergisinde muhabirlik yapmaya başlamıştım. 12 Eylül sonrası, kuru bir dönemdi. Siyasetle birlikte kültür sanat hayatı da epey durgunlaşmış, magazin dili popüler kültürü rehin almıştı fazlasıyla.

Kadın imgesi görselliğin ilk keşfedilmeye başlandığı bu dönemde bütün parlaklığıyla medyaya, güncel haber diline, araştırma konularına girmiş, bireyselleşme modasıyla birlikte ekonomik bağımsızlık gibi alt başlıklarıyla birlikte modernleşme sürecimizin mihenk taşı olmaya başlamıştı.

Kadınca dergisi bu anlamda kadının araçsallaştırılmasına tepki duyarak özgür kadının dilini oluşturmaya adaydı. Ve ekonomik bağımsızlıktan, çalışma hayatından, flörtten dem vuruyor, kadını evden dışarıya çağırıyordu. Kadının meta olmamasının yolu, dışarı çıkmakla başlıyordu. Bir bakıma bizim yaşadığımız hayatımızın sosyolojisini oluşturmaya başlamıştı bu dergi. 90’lı yıllar boyunca da bu özelliğini değişip dönüşerek de olsa koruyacaktı.

Batılı eğitimden gelmiş, laik çevrede yaşayan, yurtdışına seyahate giden gençlerdik. Beatles’ın İmagine şarkısıyla halka olup dünya barışını çağırır, Oğuz Atay okur, İkinci Yeni’nin henüz yaşayan şairlerinin takıldığı mekanlarda dolaşırdık. Güzel dostluklar kurduğumuz kadar derinlikli okumalar yapamadık ama. Sonradan bunun en önemli nedeninin kısıtlı çevremizdeki değerlerin ve yaşam tarzının tüm memlekete yayılmış ve yayılmakta olduğunu sanmamızdı.

Sevdiğimiz değerli hocalardan feyiz aldığımız halde, onların tahayyülündeki Türkiye’nin hiçbir zaman gelmeyeceği gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kaldığımızda –çok daha sonraki bir dönemde- bir çoğumuz bunu kabullenemedi. Zira kendi değerlerinin bir gün herkes tarafından benimseneceğine inanmak, çağdaşlaşma yolunda yegane doğrunun kendi doğruları olduğunu zımnen kabul etmek, herkesin bir süre sonra kendine benzeyeceğini düşündürür insana.

Bu benzetme meselesini kibirle veya hırsla talep etmiyorduk zira asıl olarak 2000’lerde başlayacak olan ‘hayat tarzının bir siyasi ideoloji halini alması’ gibi bir derdimiz yoktu. Politize değildik. 80’li yıllarda okuduğumuz Batı odaklı sosyolojinin (çok önemli düşünürleri tanımış ve sevmiş olsam da) bize bir biçimde tatbik edilebileceğini ‘norm’ olarak kabullenmiş, sorgulamamıştık ama.

Bunu anlatma gereği duymama vesile olan: Nihayet dergisinin yayın hayatına başlaması vesilesiyle yayın yönetmeni Fatma Barbarosoğlu’nun derginin editoryal’inde yazdığı bir cümle. Kadın ve Aile dergisini çıkardıkları 87 yılından bahsediyor sevgili Fatma. 90 bin abonemiz vardı diyor. Ve ekliyor: “O yıllarda Kadınca dergisinin yayın yönetmeni olan Duygu Asena ve ekibi 90 bin rakamını çok inanılmaz buluyordu. Rakamların şaşırtıcılığı sadece abone sayısıyla sınırlı değildi. Evlilik dosyasını çalıştığımız sayı iki baskı yaptı ve böylece Türk Basın Tarihi’nde bir rekora imza atmış olduk.”

Fatma’ların evlilik dosyası hazırladığı dönemde biz herhalde “boşanma kadının da hakkı” türü dosyalar yapıyorduk. 90 bin rakamı başka bir sosyolojiye tekabül ettiğinden, ilgi alanımız dışında kalıyordu. Sonra ne oldu? Kendi adıma, üniversiteyi bitirene dek farklı dergilerde çalışmaya, söyleşi yapmaya vesaire devam ettim ve kadın dilinin ‘erkek egemen’ dünya dilinden soyutlanarak kendi başına oluşturulamayacağına vardığımdan, kadının mağduriyeti veya hakları söz konusu olduğunda (ki her an oluyor) cinsiyet veya kimlik odaklı bakmak yerine adalet odaklı bakmaya meylettim.

Bu hassas mevzuu başka yazıları aralar, şimdiki derdim başka. FatmaBarbarosoğlu ve Nazife Şişman’ın çıkardığı Nihayet dergisinin, 2015’lerde kapsayıcı bir dil ve üslup tutturmuş olmasını –haddim olmayarak- yorumlamak niyetindeyim. Zira, çok uzun yıllar sonra bir ideolojiye, fikre veya hayat tarzına saplanmamış bir dergi aldım elime...

Kadınların sırf kadın olmaları hasebiyle şu veya bu alandaki fikirlerini okumaktan, yorumlarını sorgulamaktan, düşünce jimnastiği geliştirmekten, farklılıkları kıyaslama uğraşından, çeşitliliklerin hepsine eşit yaklaşma kaygısından, ideolojilerin birleştirmekten ziyade ayrıştırmaya çağıran dediğim dedik üslubundan fazlasıyla mustarip bir okur olarak: Nihayet dergisinin konuşan bir dergi olmadığını fark ettim öncelikle.

Susuyor ve yaşıyor bu dergi, gündelik hayata eşlik ediyor. Fikirlerle doldurmamış sayfalarını. Kavramlara dayanan bir misyonu, didaktik bir dili, tahakküme varan bir önermesi veya yönlendirmesi değil, varoluşu her mertebede kucaklayan ‘diri’ bir zevki var.

Kendisine bir ‘taraf’ belirlemiş hali yok, bütüne bütünden bakan, kendisini ‘olduğu gibi’ sunan, okurdan ‘kendi olmasını’ bekleyen, ve en önemlisi susmayı da bilen bir dergi. Hiçbir şeyin altını çok çizmeden, altı çizilecek pek çok şey söyleyen bir dergi. Gündelik hayatın tarihini, duyguların akışını, bugünün dilinde işitmeye ve paylaşmaya çalışacaklarını belirtiyor Fatma ve ekibi. Sadece kadınlara hitap eden bir dergi yapmadıklarının da altını çiziyorlar.

Hangi kesimden olursanız olun, kadınlar arası dayanışma isterken, bunu salt kendi dünyanızın dilindeki kavramlarla ve yaşam kalıplarıyla talep etmekle yetindiğinizde, kadınların yine tek bir küme olarak ele alınmasına yol açıyorsunuz. Kadınları farklı kümelere ayırmadan... 80’li yıllardaki kısıtlı algımızın bizi bütüne dair bir tahayyül geliştirmekten alıkoyduğu yanılgıları tekrarlamadan... Bugünün Türkiyesi’ni, kadın ve erkeğin hayatını hiçbir siyasi, sosyolojik algının sınırına hapsetmeden... Yansıtan bu derginin uzun ömürlü olmasını yürekten diliyorum.

#Nihayet Dergisi
#Fatma Barbarosoğlu
#Nazife Şişman
9 yıl önce
Nihayet: Gündelik hayatın kalbinde...
Orta yol doğru istikameti gerektirir
Korksak mı?!
Londra izlenimlerim, beklentiler ve riskler
Türkiye’nin enerjisi
Komprador entelektüel ve siyasi işlevi