Bakü’de Yahya Şirvani Hazretleri'nin (ö. 1466) türbesinin önünde toplanmış, onun vird-i settar’ını (Allah Teâlâ’nın settar ismini vesile edinen dualar) okuyorduk hep birlikte. Belki kırk kişi kadardık. Aramızda elbet her türlü meşrepten insan vardı. Ama içimizdeki şevk bizi bu aşk şahidinin huzurunda birleştiriyordu tüm farklılıklarımızla. Virdler, dualar, ayetler, niyazlar tek ses oluyordu ânın içinde. An açıldıkça çoğul oluyorduk hep birlikte.
Biraz fotoğraf çekeyim derken... Güneş bir anda kubbenin ardından yüzümüze çarptı. Çoktan doğmuştu ama sanki bir kez daha doğdu. Seven yüzlerimizde bir buluşmayı, kavuşmayı aydınlattı, kalbimizi nurlandırdı. Etrafıma baktım. “Ey halleri çeviren, bizim halimizi en güzel hale çevir...” diyerek ellerimizi açmışken... Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaranın tanıklığında göçmüş Şirvani Hazretleri ile huzurda sağ olanlar arasında bir bağ kurulmuştu. Allah’ın ipine sarılmanın somut haline bir örnek teşkil ediyordu buluşmamız. Silsile neydi, neden rabıta asıl sağ olanla yapılıyordu, anlamaya başlıyordum.
Sevmeden, aşka düşmeden, benini ve tenini sevgilin için feda etmeye razı olmadan... canını vermeden cananı bulamıyordunuz. El öpülmüş olmuyordu. Ama ister el öperek huzura gir, ister salâvatla. Selamını daima alan vardı. Bir silsile ki, Âdem’in zürriyetini ezelden ebede tamamlayan... Bu iştiyakla hazretin meftun olduğu yere, çok dar ve yüksek merdivenden aşağı indik usul usul. Tek bir taş. Vefayı, sıddikliği, tevazuu, bağlılığı yansıtıyordu sanki üzerine kazılmış Ayet el Kürsî’yle...
İçerisi çok karanlık olmasına rağmen mezar taşı göz kamaştırmaya devam ediyordu. Selamlama, dua ve niyaz, derken ilahiler... Varlığın sesi kuşatmıştı içimizi ve dışımızı. Kudret ve merhamet ile yankılanan ses; her şeyin sesi olmuştu. Hu olmuştu kainat bir nefeste. Kulaklar, gözler, ayaklar, eller nurlanıyordu.
Hz. Peygamber’in (sav) Ravza’sında alnını secdeye götürdüğünde nasıl gül kokan bir bahçede gibi olduysan... Arafat’tan Müzdelife’ye gecenin karanlığında usul usul yürüyen hacılar arasında ayaklarına nasıl nur indiyse... İbn Arabi’nin Şam’daki sandukasında sanki ab-ı hayatı bulmuş gibi nasıl bir şeffaf harenin içine girmişsen... Şems-i Tebrizi Hazretleri'nin temsili makamında nasıl bir celal dalgası seni havaya fırlattıysa... Batı Şeria’daki Halilürrahman Camii'nde nasıl İbrahim, Yusuf, İshak (as) gibi peygamberlerin kabrinde dünyanın en eski ateşinin varlığı nurlandırmaya devam ettiğini görmüşsen... Elmalı’da Sinan Ümmi Hazretleri'nin türbesinde ansızın şeylerin içinden tınlayan hamd sesini nasıl işitir gibi olduysan... Şirvani Hazretleri'nin huzurunda, sayısız aşk yamağının arasında... Birdenbire düşten uyandığını hissettin. Bir an.
Hiçbir kelimede karşılığı olmayan bir dilde konuşmaya başlamak gibiydi. Baş döndüren bir an. Kederlerin dağıldığı, coşkunun yoğunlaştığı, kesintisiz bir vericilik... Şu mezar taşından, bu kubbeden, güneş ışınından, sevenlerin gözyaşından, maşukun nefesinden, serviden, buluttan... Her şeyden kendini söyleyen, çağıran, okuyan... Kendi idi. Gayrı yok.
“Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, içinde bir kandil bulunan bir oyma hücre misalidir. Kandil, bir sırça içindedir. Bu sırça sanki inciden bir yıldızdır; ne doğuya, ne batıya nisbet edilen mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur. Onun yağı hemen ateş dokunmasa bile ışık verir; nur üstüne nur. Allah dilediğini kendi nuruna yöneltir ve insanlara birçok misaller verir. Allah her şeyi bilendir.”
Halvetî ya da bir başka tarikat. Hepsi gönlün temsilî ismiydi. Kainatı bir gönül kılan. Pek çok farklı kolu olan Halvetiliğin izini sürdükçe Vahip Ümmîlere, Sinan Ümmi ve Niyazi Mısri’lere, Üsküdarlı Nasuhi ve Hasan Ünsî’lere, Kuşadalı İbrahim’lere vesaire dek varıyordunuz. Divanlarını okudukça, bugün bizim aşk diye tükettiğimiz kavramdan çok daha içkin bir gerçekle karşılaşıyordunuz: