Nitekim barış ansızın kapıyı çaldığı zaman, en çok da bu intibak meselesi karşımıza dikiliyor. Hele çok uzun sürmüş, “iyice normalleşmiş”, statükolar yaratmış, toplumları birbirinden ayrı düşürmüş böyle sorunlarda barışa alışmak çok ciddi bir engel haline gelebiliyor.
IRA, ETA ve Güney Afrika süreçlerinden farklı olarak, Çözüm Süreci, ülkemizde henüz tamamlanmamış kurumsal egemenlik (vesayet) ve halk egemenliği (demokrasi) arasındaki savaşın tam göbeğine oturdu. Öyle ki, kurumsal egemenliği kaybetmek istemeyen irili ufaklı, birbirinden nefret veya hazzeden tüm halk iradesi karşıtları Çözüm Süreci’ne saldırı başlattı. Seçkin medyaları ile sürekli olarak sürece dönük provokasyonlara giriştiler, güvensizlik yaymaya gayret ettiler. Bir yandan Erdoğan’a diktatör, diğer yandan Öcalan’a devletin jokeri dediler. Çünkü bu sürecin garantisinin bu liderlikler, Çözüm Süreci’nin de vesayetin işini bitirecek öldürücü hamle olduğunu biliyorlardı.
Şimdi de, yaklaşan seçimlerde propagandalarını doğrudan Çözüm Süreci’ne saldırı şeklinde kurgulayacaklar. Türk sosyolojisine bunun bir ihanet projesi olduğunu anlatarak, korku ve tehditle oy toplamaya çalışacaklar. Oysa onlar da biliyor ki, Çözüm Süreci bu ülkenin bölünmemesi için belki de son fırsattır. Ancak onlar için yoksul Türk ve Kürt çocuklarının ölmesinin, ülkenin bir iç savaş çemberinden geçmesinin hiçbir önemi yok. Yeter ki Türkiye’nin sahipliği ellerinden kaçmasın.