Bir haftayı aşkındır incelemeye çalıştığım modern/postmodern çağa dair “aydın/entelektüel” sınıfının serencamında, her paradigmanın kendi değerlerini, kendi kurumlarını, kendi parlak başarıları ile karanlık taraflarını yarattığını anlatmaya çalıştım. Burada tabii ki aklımda Türkiye’deki aydın tipinin içinde bulunduğu trajik durum da vardı. Ancak isimlerden gidildiğinde, sorunun kavramsal boyutundan kopmuş olurduk. Bunun yerine olmuş olanın neden öyle olmuş olduğunu anlamaya çalışmak, gelecek için daha anlamlı bir uğraş gibi gözüküyor.
Paradigma ne olursa olsun, değişmeyen bazı değerlerin varlığına “iman” edebilir miyiz? Her şey göreli midir? Eğer öyleyse, bizleri aşan ve ortak ahlakımızı türeteceğimiz “bir üst anlam ufkundan” kopmuş olmaz mıyız?
Peki bu iç içe yaşanacak hakikatin herkesi, Müslümanı, Hristiyanı, Musevisi, ateisti, çeşitli ideolojileri benimseyenleri, kadınları, çocukları, azınlıkları bir yerinden de olsa yakalayacağı şekli nasıl inşa edilir? Öyle ki, aydını da, siyasetçisi de, iş insanı da, hukukçusu da o kozada yetişsin ve meşruiyetini o kaynaktan alsın?
AK Parti, bu manada, tabanıyla organik bir ilişki kurdu ve bu ilişkiyi siyasi varlığının/bekasının merkezinde gördü. AK Parti bu devrimci halk hareketini siyaseten temsil edebilme basiretini gösterdi. Bu basiret onu felaketlerden korudu, başarıyı getirdi, çünkü halkın istediğinin peşinden gitti.
Sorun, bu harekete gerekli cevabın yüzde 25’lik kesim ve siyasi temsilcilerinden gelmemiş olmasıdır. Ama bunu hemen beklemek anlamsızdır. Hatta, bu bir sorun bile değildir. Hayat ve yaşanan değişimler bizleri bizlerin yaptığı gibi kategorize etmez, dönüştürür, kendisine dahil eder. Değişim kurumsallaştıkça, adapte olma, cevap verme baskısı uyumsuz olanın sırtında taşınamaz bir yüke dönüşür.
Önemli olan, bu doğal baskının orada er geç yaratacağı hareketlenmenin ifade bulacağı mekanizmaları kurmak ve herkesin erişimine açık tutmaktır.