|
Çok istiyorum…
Bu pazar yazısına bir hikâye ile başlayalım…

Geçmiş zamanların birisinde, çok sevilen bir dervişin öğrencileri kendisine varırlar ve heyecanla bir bölge insanının tebliğe ve hizmete ihtiyacı olduğunu, kendilerini misafir etmek ve ilminden faydalanmak istediklerini söylerler.

Derviş de çok memnun olur. “Çok isterim” der.

Aylar geçer. Öğrencileri dervişten talimat bekler durur, hazırlık yapmaya koyulmak için sabırsızlanırlar. Hürmet gereği talimatı ondan beklerler. Gelmez. Sonunda yanına varıp teklifi yine hatırlatır, aynı sözleri tekrarlarlar. Derviş gülümser ve “Çok isterim” der. Öğrenciler memnun ayrılır, bu sefer bunu talimat kabul edip hazırlık yapmaya başlarlar.

Yine aylar geçer, dervişte hiçbir hareketlenme görülmez. Hocaları çilesine, orucuna ve duasına devam etmekte, hiçbir hareketlenme göstermemektedir. Öğrenciler artık dayanamazlar ve tekrar yanına varırlar.

“Hocamız, size bir teklifte bulunmuş idik. Şu yöreye varıp hizmet edecektik. Siz de çok istediğinizi söylemiştiniz. Biz de kendilerine ilettik, çok mutlu oldular. Sabırsızlıkla bizi beklerler” derler. Derviş yine “Çok isterim” deyince de, “Ama neden bir türlü yola çıkamıyoruz” derler.

Derviş yine gülümser, “Baştan beri neden gelemeyeceğimi söylüyorum, 'çok istiyorum' diyorum, ama anlamıyorsunuz” der.

Öğrenciler nihayet anlamışlardır. O nedenle derviş hoca, onlar da öğrencidir…

***

Beden ve ruh ilişkisi üzerinde çağımız insanı pek düşünmez. Dindarlar ise, dindar oldukları için modern etkilerden, yani kılcal damarlarımıza değin girmiş seküler atmosferden muaf olduklarını düşünürler. Oysa New York'taki bir broker ile Anadolu'daki çiftçi amca, Londra'daki bir muhasebeci ile Katmandu'daki bir sida arasında tahmin ettiğimizden çok daha fazla benzerlik bulunduğu gibi, bu benzerliğin nedeni insanlığın ortak değerleri vs. değil, bildiğimiz, farkında olalım olmayalım maruz kaldığımız Batılı kültür hegemonyasıdır. Yani insanlar, kendilerini ister laik, ister dindar kabul etsinler, seküler, maddeci, donuk bir dünyanın birbirine benzettiği kişilere dönüşmektedirler.

Varsaydığımız ile olduğumuz kişi arasındaki makas hiç bu kadar açılmamıştır.

Beden ve ruhun, katı olandan yana muhabbetini kaybetmesinden ötürü bu durum. İkisi birbirinden uzaklaştıkça, birbirinin varlığına bu kadar yabancılaştıkça, olduğumuz ve farz ettiğimiz kişi de adeta birbirine karşı savaşan iki ayrı kimliğe dönüşüyor. Şimdi denebilir ki, “İyi de bu dinlerin de bizlere öğrettiği içimizdeki ikili doğa, yani iyi ve kötünün savaşı değil midir? Ne farkı var?”

Sanırım şöyle, modern durum, bu ikisinin (iyi/kötü) arasındaki tezatı belirsizleştirdiği gibi, birbirlerinden habersiz hale gelmelerine de yol açıyor. Ruh içindeki akıntı, kot farkları, çatışma, zıtlıklar yapay bir dengeye geliyor. İç çatışmalar olarak yaşananlar ise, insanı olgunlaştıran denenme ve tecrübeler değil, maddi yaşamda erişemediklerimizin bize dayattığı yüzeysel ve aslında katıya çalışan tatminsizlikler, cüruflar oluyor.

Oysa, beden de, ruh da bir bütünün iki parçası olması hasebiyle çok değerli. Birbirlerinden ayrıldıklarında doğal yaşam koşullarından mahrum kalmış oluyor ve ölüyorlar. Beden zaten çürüme kanununa tabi. Ruh değil. Ama ruhun da olgunlaşması, karakter kazanması için beden kabında işlemden geçmesi lazım.

Bir heykeltıraş yıllarca alçıdan kalıbın üzerinde çalışır, ona biçim verir. Sonra işi bittiğinde bronzu alçı kalıbının içine döker, sertleşmesini bekler. Sonra eline aldığı çekiçle alçı kalıbı parçalamaya başlar. Süreci bilmeyen bir kişi dışarıdan sanatçıyı izlediğinde, yıllarca verdiği emeği yok eden bir deli gördüğünü zanneder. Oysa öyle değildir. İşi bittiğinde kalıcı eser tüm endamıyla belirir.

Beden ve ruh baştaki hikâyedeki gibi bir ilişkiye sahiptir. Varolmak, biçimlenmek için birbirine ihtiyacı vardır. İlişkileri koptuğu anda anlam kendini terk eder. Şeyler yer değiştirir. Amacına hizmet etmeyen her şey gibi, varlıksal olarak iyi olmakla birlikte yanlış eylemsellikte bozunur.

Derviş de sanırım bunu biliyordu. Öğrencileri kendisine bu teklifi yaptıklarında, bunu daha çok “kendisi” için istediğini anladı. Eylem yanlış ya da erken doğacaktı. Ya da derviş sadece öğrencilerine kalıcı bir ders vermek için böyle davranmıştı, bilemeyiz.

Ne de olsa, o özdeyişte olduğu gibi, öğretmek ikinci kez öğrenmektir.
#derviş
#hikaye
#markar eseyan
9 yıl önce
Çok istiyorum…
Erdem Bayazıt ve Eyüp Sultan"ın kırık kanatlı leyleği
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir