“İnsan kendisini nasıl inşa eder” diye sormuş ve bu sorunun cevabının dünyayı da belirlediğini iddia etmiştik.
Oysa…
Charles Taylor ve çoğu komüniteryen kuramcının da altını çizdiği gibi, insan diyalojik bir varlıktır. İnsan, dillerin sağladığı imkânla, kendini anlama ve bu yolla kendini tanımlama yeteneğini kazanarak insan olur. Bu dil, geniş anlamda bir evreni ima eder, sevgiyi, sanatı, inancı, maneviyat biçimlerini içerir. Kişi sadece iç sesine kulak vererek değil, “anlamlı ötekilerle “ilişkiye geçerek (onlarla muhabbet ötekiyi anlamlı kılar), bu evrene çıkar, girer çıkar ve bu seyahat biçimi iç sesle senteze uğrayarak kimliğin inşasını sağlar.
Bu süreç, dili diyalog yoluyla bir kez öğrenip, öğrendikten sonra insanın kendi dünyasına çekilebileceğini de ifade etmez. Taylor diyor ki “Kendi görüşlerimizi, bakış açımızı, bir şey karşısındaki tutumumuzu önemli ölçüde tek başımıza düşünerek geliştirmemiz bekleniyor. Fakat, kimliğimizi tanımlamak gibi önemli konularda yaşanan bu değil. Kimliğimizi her zaman, bizim için anlamlı ötekilerin bizde görmek istedikleri kimliklerle diyalog, bazen onlara karşı savaşım içinde tanımlıyoruz. Bu ötekilerin bazılarıyla sohbetimiz, biz onlardan –örneğin ailemizden– ayrıldıktan ve onlar yaşamımızdan çekildikten sonra bile, yaşamımız boyunca içimizde sürer. (…) Kendimi tanımlamam demek, başkalarından farkımda anlamlı olan noktayı bulmam demektir.”
Kendinizden pay biçiniz. Sizin için önemli olan o insanlar, hayatınıza girdikten sonra nasıl da değiştiğinizi hatırlayın. İyi, sevgi, doğru anlayışımızın başkalarıyla paylaşıldığında olgunlaştığını, ancak bu yolla tekamüle açık olduğunu da… “Bir roman okudum hayatım değişti” diyordu Orhan Pamuk. Bu insan doğasının yok sayılacak bir hayatiyeti değildir. Akıl yürütmek için bile başkalarına ihtiyacımız vardır. “Ahlaki konularda akıl yürütme her zaman bir kişiyle birlikte akıl yürütmektir. Karşınızda biri vardır ve onun bulunduğu noktadan ya da ikiniz arasındaki farktan yola çıkarsınız.” (C.T.)