|
Halk ve başkanı

Daha gerilere gitmeye gerek yok, şu doksan iki yıllık Cumhuriyet devrinden önce altıyüz yıl saltanatla yönetildik. Bu altıyüz yıllık saltanat merkezli yönetim kültürü birkaç yüz yılda değişemeyeceğinden Cumhuriyet’e geçerken de saltanatın kültürünü değil sadece formunu değiştirdik. Bu bağlamda Hüseyin Tahirzade Behzat tarafından 1923 yılında yapılan Atatürk Portresi’ne (hilyesine) baktığımızda Cumhuriyet’le neyi değiştirdiğimizden çok neyi değiştiremediğimiz de daha açık bir şekilde görülebilecektir.

1946’ya kadar, halkın yönetime katısı (ya da onu belirleme hakkı) müntehib-i sani’likten seçmen’liğe terfi etmekten, ‘Sopalı Seçim’den, ‘Açık Oy Gizli Tasnif’e muhatap olmaktan ibaret değil miydi?

1946’da çok partili siyasi hayata geçişimiz, 2. Dünya Savaşı sonrasında Amerika ve müttefiklerinin dünyaya yeni bir nizam verme kararına bağlı olarak gerçekleşmedi mi?

1950’de ilk kez Demokrasi nimetini(!) tadan halk, zincirinden kurtulmuş köleler gibi hemen kendi benzerlerini seçmeye koşmadı mı?

27 Mayıs 1960 tarihinde o halk, seçme ve seçilme hakkının kıymetini doğru takdir edemediği için cezalandırılmadı mı?

12 Mart 1971’de halkın özgürlük talepleri tehlikeli bulunarak yönetime müdahale edilmedi mi?

12 Eylül 1980 tarihinde iyi düzenlenmiş bir iç-savaş senaryosu tek düdükle sona erdirilerek, halk postallı terbiyeye uğratılmadı mı?

28 Şubat 1997 tarihinde post-modern darbeyle halkın seçtikleri yönetimden uzaklaştırılıp, dini özgürlükler kıskaca alınmadı ve eğitim-öğretim hakkı başta olmak üzere, kamu kurumlarında fişlemeler, sürgünler, istifaya zorlamalar gerçekleştirilmedi mi?

Demek ki neymiş, (iki bin yılını baz aldığımızda) halk olarak yetmiş yedi yıllık devri-i cumhuriyetin ilk yirmi yedi yılında bize biçilen şekliyle seçme(n) rolümüzü oynamışız; son elli yılında ise sistemin ve onun halka yamuk bakış açısını kuran kültürel hegemonyanın, halkın seçme(n)lik hakkına ve seçtiklerine saygı göstermesini sağlamak için deyim yerindeyse savaşmışız.

Sonuç niyetine bu özetin de özetini yapacak olursak, saltanat kültürünün içinden gelen bir halk olarak, Cumhuriyet devrinin belirtilen diliminde nasıl yönetileceğimizi biz belirlemedik, yöneticilerimizi de kendi özgür irademizle kendimiz seçmedik; saltanatın kötülenmesinden başka hiçbir ciddi argümanı olmayan Cumhuriyet’in fazilet masallarına inanmakla birlikte bu masalda kendimize dair bir gerçekliğin de olması gerektiğini düşünmekle, araştırmakla ve bunun görünürlüğe çıkmasını talep etmekle yetinmek durumunda kaldık.

3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel seçimlerde AK Parti’nin iktidar olması, halkın Cumhuriyet tarihinde 1950’deki seçimden sonra ikinci kez özgürce seçim yapabilme imkanına bağlı olduğu kadar, kendi halkıyla savaşmanın bedelini siyasal, ekonomik ve teknolojik çöküntüye uğramakla ödeyen sistemin kendi sorunlarını nihayet idrak edebilme imkanına da bağlıdır.

Bunu derken sistemin söz konusu anlayışa çok da kolay gelmediğini, sorunlu ve düzensiz düzenden nemalanan kimi kişi ve grupların ellerinden gelebilen her türlü engellemeye başvurmaktan geri durmadıklarını da elbette biliyoruz.

Nihayetinde, başta Recep Tayyip Erdoğan’ın vatan ve milet sevgisinden kaynaklanan sabrıyla, basiretli adımlarıyla ve dirayetli tutumuyla seksen yıllık devlet-halk çatışması devrim karakterli yeni yapılanmalar sayesinde ancak son on iki yılda giderilebildi.

Şimdi soru şu: Devlet-halk çatışması giderilebildiğine göre, saltanattan kurtulmak için tercih edilen ama saltanatın yeni bir formda devamından başka bir sonuca bağlanmayan yeni yönetim şeklimizle (yani Cumhuriyet’le), 2. Dünya Savaşı’nın etkilerine bağlı olarak Batı ezberi içinden ve onların layık gördükleri oranda kullanabildiğimiz Demokrasi adlı politik sistemimizi, bu ülkenin halkı (demos’u) olarak kendi yönetim kültürümüze ve ille de zamanımızın şartlarına göre belirleyebilme hak ve sorumluluğuna sahip miyiz, değil miyiz?

Bu sorunun cevabı, binlerce yıldan sonra ilk defa cumhurun kendi başkanını belirlemesiyle belli oranda verilmiştir. Ancak mevcut politik sistem (yani mevcut Demokrasi) yamalı bohçaya döndürülmüş anayasayla ve bir tarafı yaparken üç tarafı yıkan yasalarla işletildiği için sürekli dikiş atmakta, dikiş atmasa bile (adaptasyondan kaynaklı olarak) pot vermeye devam etmektedir.

Halkın ne yönetim şekli olarak Cumhuriyet’le ne de politik sistem olarak Demokrasi’yle bir problemi yoktur. Problem, yaklaşık bir asırdır saltanat kültürüyle ve payandalarla ayakta tutulmaya çalışılan söz konusu sistemlerin halk tarafından fayda esaslı olarak şekillendirilme hakkının yerini bulmamasıdır.

Bunun dışında konunun öküz altında buzağı ararcasına onunla tümüyle ilgisiz durumlara yorulmasının, hele hele Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında, terbiyesizliğin dibine inilerek “şahsiyyat yapmaya” bağlanmasının kabul edilebilir bir tarafı yoktur.

Halkın halklığını bilmesinin şartlarından biri kendi yönetimini ve yöneticisini seçme hakkının yerini bulmasıdır.

Halka bu hakkının verilmediği yerde halktan değil ancak madunlardan söz edilebilir.

twitter.com/OmerLekesiz
#Cumhuriyet
#Hüseyin Tahirzade Behzat
#Demokrasi
9 yıl önce
Halk ve başkanı
Kutlu Doğum Haftası’na dokunmalı mı?
Bekliyorum
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı