Hiç şüphe yok ki anlatı dünya üzerindeki varlığına, dedikodu, yani bir kişiden ötekine anlatılan basit hikayeler biçiminde başladı cümlesiyle giriş yapar, Anlatının Gücü kitabına Robert Fulford. Dedikodu endişelerimizi korkularımızı ifade eder, ahlaki yargılar ortaya koyar ve tıpkı muhteşem yazarların en büyük eserlerinde olduğu gibi, yalnızca kısmen anlayabileceğimiz ironiler ve belirsizlikler barındırır. Dedikodu yaparken hakkında konuştuğumuz insanlar kadar aslında kendimizi yargılarız diye devam eder. Halk anlatılarının en popüler ve canlı biçimi olan şehir efsanelerinin ilgi çekerek varlığını sürdürmesini dedikodu ile ilişkilendirir.
Fulford, Anlatının Gücü’nde Güney Afrika’da bir süre zihinleri meşgul eden, bir hastanede yaşam destek ünitesine bağlı hastaların ölümleriyle ilgili şehir efsanesini anlatır. Ölümler her hafta aynı günde gerçekleşmektedir. Bu efsane Güney Afrika’da şehirden şehre yayılır, haberin yer aldığı gazetenin ismiyle birlikte. Sonunda yoğun bakım ünitesine giren temizlikçi kadının yer temizleme cihazının fişini takabilmek için yaşam destek ünitesinin fişini çektiği anlaşılır. Araştırma neticesi adı geçen gazetenin böyle bir haberi hiç yapmadığı ortaya çıkar. Böbrek çalma hikayesinin ise özellikle üçüncü dünya ülkelerinde hızla yaygınlaştığının altını çizer Fulford. Böbreklerini çalmak için evlat edinme efsanesinin kurmaca desteklerle evlat edinme programlarına ciddi darbe vurduğunu anlatır.
‘Şehir efsaneleri kendi kendine gelişen bir gazetecilik gibi’ der Fulford. ‘Organ nakli hakkındaki bastırılmış korkular ya da kimliği belirsiz şirketlerin bizi manipüle edeceği düşüncesi gibi bazı gözlem ve endişeleri bir anlatı paketi haline getirir. Şehir efsaneleri dünyayı hikayeler biçiminde açıklama arzumuzun parodisini yapar. Büyük küresel kuruluşlar bu arzumuzu gazeteler, dergiler, yirmi dört saat yayın yapan haber kanalları ve internetteki haber kaynakları aracılığıyla tatmin etmek için yarışır. Bu anlatı akışı artık modern hayatın öyle önemli bir parçası haline geldi ki onsuz bir yaşamı hayal bile edemiyoruz. Günlük gazeteler kamusal algıda kökten bir değişim yarattı. Hegel bunu erkenden fark etmiş ve her sabah günlük gazeteleri okumanın sabah duasının seküler karşılığı olduğunu ifade etmişti. Kutsal kitapları okuma oranları düşerken gazete okuma oranları arttı. Peygamber hikayelerinin yerine aramızda yaşayan insanları ve onların başlarına gelen fevkalade olayları koyduk. Tıpkı din gibi gazeteler de insanlarda olağanüstü değişimlere yol açtı. Yeni merak ve bilgi biçimleri ortaya çıktı; nihayetinde siyaset, iş, spor ve daha pek çok konuda ortak bir algıya sahip yeni topluluklar meydana geldi.’