|
İdam cezası olmalı mı?

14 Şubat Sevgililer Günü yolum İstiklâl Caddesi'ne düştü. Cadde, günün mânâ ve ehemmiyetine uygun hazırlanmıştı. Sokak konserleri, baştan çıkarıcı vitrinler, sarmaş dolaş çiftler... Galatasaray’a doğru yürürken, ellerinde pankartlarla yürüyen ve slogan atan hatırı sayılır bir kalabalığın yaklaşmakta olduğunu gördüm. Doğrusu bu tarz gösterilerin 1970’lerdeki etkisini artık taşımadığını, bir tür öz tatmin faaliyeti olduğunu düşünür; üzerinde durmaz, geçerim. Ama bu defa öyle olmadı.

Kalabalığın kâhir ekseriyeti kadınlardan oluşuyordu. Protesto ettikleri, Mersin’de 20 yaşında bir genç kızın uğradığı ve hayâtını kaybetmesiyle biten korkunç saldırıydı. Topluluk “adâlet” istiyordu. Îtiraf etmeliyim ki, hayâtı boyunca 1-2 gösteriye katılmış; onları da yarım bırakıp, bir daha bu işlerin içinde olmaya tövbe etmiş birisi olarak içimin gösteriye aktığını hissettim. Tabii ki bu, sloganların siyâsallaştığı noktaya kadar devam etti. Ne tuhaf değil mi? Bir tarafta hayâtı var eden bir duygu, yâni aşk coşkuyla kutlanırken, diğer tarafta bu duygudan zerre kadar nasibini alamamış bazı yaratıkların onu zehir ettiğine şâhit olabiliyoruz.

20 yaşında, yani daha hayâtının başında olan bir genç kızın başına gelen bu kahredici olay bana bu memleketteki suç ve cezâ arasındaki dengesizlikleri düşündürdü. Siyâsal suçlar kapsamında çok ağır cezâları veren, âdi suçlara verdiği cezâlar ise neredeyse yok hükmünde olan garip bir memleket burası. Tek parti döneminin ardından gelen Soğuk Savaş’ın ve nihâyet 12 Eylül’ün etkileri bir türlü aşılamıyor bu topraklarda.

Bu dengesizlik biraz da kör topal giden Avrupa Birliği mâceramızın bize yaşattıklarını sonucu olduğunu düşünüyorum. Avrupa Birliği’nin hukûkî standartlarına uyum sağlamak adına cezâ yasalarımızı dönüştürdük. Siyâsal suç kapsamında yapılması gereken her türlü düzenleme savsaklandı. Her defasında Avrupa standartlarını by-pass ettik. Eskisi yerine yenisini çıkarmaktan vazgeçmedik. Lâfı eveleyip gevelemeden resmi net olarak ortaya koyalım: İdam cezâsı kaldırıldı ve âdi cezâlar alabildiğine hafifledi. Bunun günlük hayâttaki sonuçları ise son derecede kötü oldu. Bugün memlekette evi soyulan yanmıştır. Kolay kolay hırsız bulunmayacaktır. Bulunsa bile tutuklanmayacak, usul gereği yargılanmak üzere serbest bırakılacaktır. Yargılansa bile, bu işte kaşarlanmış kişiler için kayda değer olmayan bir cezâyla geçiştirilecektir. Bu Türkiye’de herkesin bildiği bir gerçektir. Ama bu kepazelik halâ devam ediyor. Pankart astığı, için, yazı yazdığı için insanlar sürüm sürüm sürünürken; hırsızlar, katiller, soyguncular tam bir saltanat yaşıyor memleketimizde. Bu durum emniyet güçlerinin kararlılığını ve azmini de kırıyor. Türkiye’de hukuka güvensizlik duygusu biraz da bu durumun sonucu.

Seneler önce merhum Faruk Erem’in “îdam cezâsına” karşı tezlerini anlattığı “Bir Cezâ Avukatının Anıları” başlıklı kitabını okumuştum. Kitabın başında şöyle bir aforizma yazılıydı: ”Suçluyu kazıyın; altından insan çıkar”.. Hukukçu kimliğiyle Faruk Erem, îdamın hukuk düşüncesiyle ne kadar bağdaşamaz olduğunu çok ikna edici bir dille anlatıyor, kendi tecrübelerinden örnekler veriyordu. Doğrusu, îdam cezâsı hakkında ben de benzer düşünceler içindeyim. Ama itiraf etmeliyim ki, bir insan olarak, Mersin’de yaşanmış olan bu acı olay gibi olaylarla karşılaştığım zaman, duygularım ve düşüncelerim arasında büyük çatlaklar oluşuyor. Maktulenin annesinin “îdam edin bunları” diyen çığlıkları kulağımdan gitmiyor. Bu “yaratıklar” yargılanacak ve 20 sene ya da 30 sene yatıp çıkacak. Bir hayâtı, üstelik böyle hunharca sonlandırmanın karşılığı bu mudur? Emin değilim. Adâlet elbette ki bir intikam aracı değildir. Ama kamuoyunun vicdanında tatmin duygusu yaratmayan bir cezâlandırmanın adâletten sayılacağından da kuşku duyuyorum.

#İstiklâl Caddesi
#Protesto
#Soğuk Savaş
#Avrupa Birliği
#Faruk Erem
9 yıl önce
İdam cezası olmalı mı?
Bu başarı hepimizin
Bin Kayrevan’dan bir Kayrevan’a
Herkeste bir ‘ben’ var, bir de ‘gerçeklik’…
Yatırım grevi
Gölge oyunu...