T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
12 Eylül vetolarına karşı kuzuların sessizliği

12 Eylül dönemini hatırlayanlar bilir. O dönem yapılan seçimlerde aday olabilmek için Milli Güvenlik Konseyi'nin onayının alınması şarttı. O dönemde nice ünlü liderin, politikacının ve siyasi partinin seçimlere katılması engellenmişti. Konsey, kendi ölçülerine göre bir veto mekanizması geliştirmişti ve her türlü keyfi ölçü veto için geçerli sayılabiliyordu.

Seçim, 12 Eylül cuntasının istediği şekilde oynanan bir kukla oyununun sahnesini andırıyordu. Sahne, askerlerin belirlediği ölçülerde kurulmuştu. İçinde oynayan kuklalar da yine çoğunlukla askerler tarafından belirlenmişti. Daha sonra, 1983 genel seçimlerinde Milli Güvenlik Konseyi ortada yoktu ama, yerine Milli Güvenlik Kurulu Anayasa'ya monte edilmişti.

Cuntanın başı Kenan Evren de cumhurbaşkanı olarak işbaşında olduğu için, yine seçime müdahaleler yaşanmıştı.

Gerçi ters tepmişti o dönem bu müdahaleler. Tepki, siyasi partilerden, toplumun 'dinamik' olması gereken kesimlerinden değil, seçmenlerden gelmişti. Sandığa gidip kendilerine söylenenlerin tersini yapmışlardı.

Turgut Özal'ın beklenmedik iktidarını bu tepki yönelişine bağlayanlar çoğunlukta. 12 Eylül'den bu yana ne yazık ki Türkiye'de çok şey değişmedi. 12 Eylül'ün anayasası ufak tefek değişikliklerle aynen duruyor.

12 Eylül'ün yerleştirdiği zihniyet devletin en derin odaklarında hâlâ geçerliliğini koruyor. 12 Eylül'ü restore etmek için yürürlüğe konulan 28 Şubat Süreci hâlâ yürürlükte. 12 Eylül'ün veto mekanizması başka biçimlerde varlığını sürdürüyor.

Şimdi Milli Güvenlik Konseyi yok ama, her biri Milli Güvenlik Konseyi gibi çalışan bir yığın 'anayasal' kurum faaliyette.

Bu kurullar için, kanunların, uluslararası hukukun, evrensel değerlerin, etiğin ve milli irade kavramının hiçbir önemi bulunmuyor. Seçimden çok önceleri, Ankara'da ve Türkiye genelinde konuşulan ve daha sonra Başbakan Ecevit ve başka bazı yetkililer tarafından telaffuz edilen olay şimdi gerçekleşiyor.

Başbakan, AK Parti ve HADEP'in rejim için tehlike teşkil ettiğini buna karşı önlem alınması gerektiğini söylemiş ama fazla bir tepki almamıştı. Ufak tefek karşı çıkışlarla iş geçiştirilmişti. Çünkü bu işlerin çok önceden planlandığını herkes tahmin edebiliyordu.

Veto mekanizmalarının mutlaka çalıştırılacağı da biliniyordu.

Türkiye'de artık herkes bu işin uzmanı oldu. Nasıl olmasın? Bir ülkede, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere yüksek yargı organlarının tartıştıkları davalar, muhtemel kararları, artık değil parlamento kulislerinde, medya merkezlerinde, çarşı pazarda, sokakta konuşulur hale geldiyse, derin devletin yaklaşımları kolayca tahmin edilebiliyorsa, bu tür sözlerin tepki almamasını normal karşılamak gerekiyor. Ne zamandır Erdoğan'ın ve mümkün olursa AK Parti'nin engelleneceği, HADEP'in kapatılacağı konuşuluyor. Artık siyasi partiler de politikacılar da şerbetli hale geldiler, kanıksadılar bu durumu...

Derin güçler tarafından veto edileceğini ya da siyasi faaliyetten şu ya da bu yolla yasaklanacağını tahmin eden liderler, yerlerine geçecek ikinci adamları, partiler ise kapatılmaları durumunda derhal faaliyete geçebilecek yedek partileri hazır tutmaya başladılar. Erdoğan'ın, seçime katılmasının engellenmesine pek fazla şaşmadığını görüyoruz.

Partisinin ise böyle bir durum için, çok seçenekli A,B,C,D planları olduğunu öğreniyoruz. HADEP'in ise seçim arefesinde kapatılacağına ilişkin sinyali almazdan çok önce hazırlıklı olduğunu öğreniyoruz. Seçime bu nedenle HADEP değil, "Ne olur ne olmaz" denilerek çok önceden kurulan yedek parti DEHAP katılacak. HADEP ve sol ittifakın adayları bu yedek partinin listelerinde yerlerini aldılar bile. Devam eden 12 Eylül ve 28 Şubat anlayışına karşı halkın kendini savunma mekanizmaları bunlar.

Başka bir deyişle, bu saçma ve yapay ortamda vaziyeti idare etmenin yolları...

Meseleye temelden bir çözüm getirmek için esaslı bir mücadeleye girişmek ve bu rezil düzene bir son vermek üzere harekete geçmek yerine, tıpkı yasakçıların ve vetocuların yaptıklarını gibi davranmak. Bazıları, memleketi sarsmadan ve 'Derin Odaklar'a saygısızlık etmeden kibarca mücadele etmek istiyorlar. Bu nedenle, Türkiye'den başka herhangi bir ülkede yapılsa yığınları sokağa dökecek olan şu son rezil veto hadisesini, demokratik hayatın vazgeçilmez engellerinden biri olarak görmeye çalışıyorlar.

Ağzından demokrasi lafını düşürmeyen liderler, IMF programına bağlı olanlar ve Avrupa Birliği'ne tam üyelikten yana görünenler de dahil olmak üzere, süt dökmüş kedi misali kuzuların sessizliğini oynuyorlar. Medya desek, onlar zaten maaşlı ve gönüllü 12 Eylül-28 Şubat militanları gibi çalışıyor. "Biz bu medya, bu siyasi partiler, bu 'sivil olmayan toplum örgütleri ve bu sendikalarla mı Avrupa Birliği'ne tam üye olacağız?" diye sormadan edemiyor insan...

12 Eylül-28 Şubat zihniyeti mağdurların bile içine sinmişken Türkiye'nin bir kukla tiyatrosu sahnesi olmasından daha normal ne olabilir?

Not: Lütfen, kukla tiyatroculuğu yapan saygıdeğer sanatçı arkadaşlarım bu laftan alınmasınlar. Burada neyi anlatmak istediğimi onların anladığını sanıyorum.


23 Eylül 2002
Pazartesi
 
KORAY DÜZGÖREN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED