T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 3 MART 2006 CUMA | ||
|
Devlet ve toplum arasındaki dengeli, eşitlikçi ve hakkaniyetli ilişkilerin önkoşulu bu ikisi arasında hem bir mesafe hem bir bağ olmasıdır. "Bağ", toplumsal talepler ve siyasi kararların belirli bir etkileşim içinde olmasını ve temsil meşruiyetine dayanmasını ifade eder. "Mesafe" ise toplum ve devletin farklı mantık ve kurallara tabi olmasından kaynaklanır... Gerek bu bağı gerekse söz konusu mesafeyi sağlayan ana mekanizma "siyaset"tir. Siyasetin özerkliği, siyasi alanın genişliği ve derinliği bu nedenle oturmuş demokratik sistemlerin temel özelliğidir. Siyaset devletle hem ilişki içinde kalabilmeli, hem toplumsal talepleri taşıyan ana unsur olduğu oranda ondan bağımsız olabilmelidir. Türkiye'de siyasi alan, daha doğrusu "siyasi alanın darlığı meselesi" yıllardır yazılarımızın ana konularından birini oluşturur. Nitekim son iki yazımızda jandarma, MGK gibi konular üzerinde durarak bir kez daha temel sorunlarımızdan birinin siyasetin devlet alanına hapsedilmesi olduğunu, bunun askeri otoritenin siyasi alana yaptığı müdahalelerden kaynaklandığını vurguladık. Devletin siyasi ve toplumsal alana her müdahalesi sivil kurumların ikame edilmesine ya da etkisizleşmesine yol açmakta, demokrasinin özünü zedelemektedir. Başka bir deyişle siyasete mündemiç uzlaşma kültürünün içini boşaltarak toplumsal sorunları çözümsüz hale getirmektedir. Ne var ki Türkiye'de siyasi alan darlığının tek nedeni sistem üzerindeki askeri vesayet değildir. Siyasi alan bu ülkede sıkça siyasiler eliyle de daraltılır... Parti içi demokrasi mekanizmalalarının son derece zayıf olması, siyasetin partiler arası bir yarış olmaktan çok bir parti içindeki rant çekişmelerini ifade etmesi, yolsuzluklar, suistimaller, bir kesimden diğerine kaynak transferleri bu tür daralmaların temel nedenleri arasındadır. Ancak asıl neden bu hastalıkların siyasetçiler tarafından hemen her zaman "milli irade", "temsil meşruyeti", partiler arası rekabet gibi gerekçelerle doğrulanmasıdır. Bunun sonucu ise açıktır: Kamuoyunun siyasetten soğuması, siyasi mekanizmaya güvensizliği, hatta öfkesi... Özetle toplumda siyasete yönelik tepkinin siyasallaşması... Bir sonraki aşama ise en vahimidir: Bu tür siyasallaşmalar doruk noktaya çıkınca, dönüp milli irade kavramını örselerler ve sistem üzerindeki vesayet arayışlarını doğrulayacak bir atmosfer oluştururlar. Bunun tedbirini almasını bilen siyasetçiler de olmuştur Türkiye'de. Örneğin Özal, ilk başbakanlığı sırasında rüşvet alan, yolsuzluğa karışan kimi bakanlarına suçüstü yapmış, güvenini kaybettiği ya da kamuoyunda örselenen diğer bakanlarını hızla değiştirmesini bilmişti... Başbakan Tayyip Erdoğan'ın kendi partisinden birçok milletvekilini bile isyan ettiren kimi durumlar karşısında neden savunmaya çekildiği anlamak bu nedenlerle zor... Başbakan'ın yaptığı tür milli irade, iktidarın gücü ve yetkisi gibi vurgulamalar siyasi alanı genişletmiyor... Tersine içeriden daraltıyor... Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'a AK Parti içinden bile birçok ses yükseliyorsa, bilmek gerekir ki kamuoyu Unakıtan üzerinden sadece AK Parti'ye değil, tüm bir siyaset mekanizmasına ilişkin sorular sormakta ve şüpheye düşmektedir. Dokunulmazlığın askeri ve devletçi vesayet düzeninde halkı olarak katı tutulduğu anlarda, iş siyasetçiye düşmektedir. Siyasetin içeriden temizlenmesinin, varsa yolsuzlukların üzerine gidilmesinin, en azından şaibelerin ortada bırakılmamasının mercii siyasi parti liderleridir. Siyasetçi bindiği dalı keserse, ortada hiçbir korunma aracı kalmaz...
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |