T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 10 MART 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

'Merhamet'in beş para etmediği bir dünya

Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı yönetmenlerinden biri olan Steven Spielberg, geçtiğimiz pazar akşamı düzenlenen 78. Oscar Ödülleri töreninden, son filmi "Münih" ile aday olduğu beş dalda da eli boş döndü.

Geçen haftaki yazımda aynen şu cümleler yer alıyordu:

"Adım kadar eminim ki 5 Mart gecesi Brokeback Dağı, aday gösterildiği 8 dalın en az 4'ünde Oscar ödüllerini alacak. Çünkü hem ABD'de hem de diğer dünya ülkelerindeki güçlü eşcinsel lobisi bu filmi sinema tarihinde ayrıcalıklı bir konuma oturtabilmek için aylardır canhıraş bir mücadeleye girişmiş durumda. Yönetmen Ang Lee'yi o gece evine asla eli boş göndermeyecekler."

Bu tahminim bir eksikle tuttu ve homo kovboyların salya sümük aşkını anlatan malûm film, 4 olmasa bile 3 dalda ödüle kavuştu. Ki bunlardan biri de çok önemli bir kategori olan "en iyi yönetmen" ödülüydü. Dolayısıyla, Lee gerçekten de o sabaha karşı evine hayatta alabileceği en iyi armağanla dönmüş oldu.

Aslına bakarsanız, ilk anda bir eksikle tutmuş gibi görünen genel tahminimde de çok ciddi sapmalar olduğu söylenemez. Çünkü Brokeback Dağı'nın iki kovboyundan (Heath Ledger ve Jake Gyllenhaal) herhangi birine gitmesi beklenen "en iyi erkek oyuncu" Oscar'ı da sonuçta "Capote" filminde eşcinsel Amerikalı yazar Truman Capote'nin hayatını canlandıran Philip Seymour Hoffman'a verildi. Yani, öyle ya da böyle, sonuçta yine homoluk kazandı ve homolar yeterince memnun edilmiş oldu. (Gerçekte, onları tam olarak memnun etmek oldukça zor; pek beğendikleri filmleri neden 8 dalın hepsinde birden ödül alamadı diye internet ortamındaki tartışma forumlarında hâlâ homurdanıp duruyorlar!)

Çağdaş sinemanın simge isimlerinden Steven Spielberg ise Oscar gecesi resmen avucunu yaladı. Neden mi?

Çünkü Yahudi asıllı bir yönetmen olmasına karşın, "Münih"de Filistinlilere karşı göreceli de olsa "merhametli" bir öykü anlatmıştı. Fakat, bu onun -saygın bir mensubu olduğu Hollywood'da- bütün bir sinema kariyeri boyunca belki de en soğuk karşılanan yapıtı oldu. Dikkatli sinemaseverler, televizyondan naklen yayınlanan ödül törenini izlerken, ünlü yönetmenin, bin bir emekle çektiği o güzelim filminin aday gösterildiği her dalda teker teker ıskartaya çıkışını nasıl da üzüntülü bir yüzle karşıladığını mutlaka fark etmişlerdir.

Gerçekte, "en iyi film", "en iyi yönetmen", "en iyi kurgu", "en iyi müzik" ve "en iyi uyarlama senaryo" dallarındaki bu adaylıkların hepsi ölü doğmuştu. Hollywood'da hiç kimsenin artık uzaklarda kalmış trajediyi ve onu -omuzlarındaki bütün ırkî baskılara karşın- elinden geldiğince soğukkanlı bir sinema diliyle anlatmaya çalışan yönetmenine zerre kadar şans tanıdığı yoktu. Ancak, sinema dünyasının bu "ağır ağabey"ine çok da ayıp etmiş olmamak için, geçen yılın sonunda adaylıklar açıklanırken kendisine usûlden bir kaç adaylık lütfetmişlerdi.

Oysa ki aynı adam, bundan 13 yıl önce, zaman zaman yapış yapış bir hamasete de kayarak "Schindler'in Listesi"ni çektiğinde, aynı kitle onu nasıl öveceğini, hangi tahta oturtacağını şaşırmış durumdaydı. Sonuçta da Yahudi soykırımına yakılan bu ağıt, öncesi ve sonrasında aynı konuyu işleyen hemen her film gibi övgülere boğuldu ve 7'si Oscar olmak üzere, küresel ölçekte tamı tamına 60 önemli ödül kazandı.

Ama bu kez durum çok farklı. Spielberg gibi kendini çoktan kanıtlamış, karizma abidesi bir yönetmen bile "öteki"nin sesine kulak vermeye kalktığında derhal bir kenara itiliveriyor.

Çünkü 11 Eylül'den sonra dünya gerçekten de değişti ve karanlık eller Samuel Huntington'un kötücül kehaneti "medeniyetler çatışması"nın gerçeğe dönüşmesi için büyük bir iştahla düğmeye bastılar.

"Münih", geçtiğimiz aylarda Telaviv'de gösterime girdiğinde, filmi sivil İsrailllilerle birlikte (kimisi emekli, kimisi de halen görevde olan) pek çok Mossad ajanı da izlemişti. O günlerde uluslararası televizyon kanallarında bunların bir kısmının sinema çıkışında kameralara aktardıkları görüşlerini öğrenme fırsatı buldum. Bir teki bile "Münih"i beğenmemişti. Çoğu, filmi "Yahudi dâvâsına saygısızlık etmek"le suçluyor, Mossad'ın çalışma tekniklerini yanlış aktardığını ileri sürüyordu. Onlara göre Spielberg fazla "Amerikalılaşmıştı". Hattâ, aralarında onun "Filistinlilerin tarafını tuttuğunu" savunanlar bile vardı.

"Münih"in baş kahramanının, Mossad tarafından kendisine hedef olarak gösterilen Arap asıllı insanları teker teker öldürürken giderek vicdanî bir hesaplaşmaya girmesi ve ekibinden bazılarının "Bu adamlar gerçekten de suçlu mu ki onları tavuk gibi boğazlıyoruz" demeye başlamaları, gerçek Mossad'çıları rahatsız etmişti anlaşılan.

İslâm ülkelerine baktığınızda da sergilenen hoşnutsuzluk bundan hiç farklı değildi. Onlar da filmde eleştirecek pek bir şey bulamayınca, "Spielberg niye gelip bizden Filistin direnişiyle ilgili daha fazla bilgi almadı" gibi bir takım gereksiz laflar ettiler. Malûm, artık herşeyin "ak" ve "kara"ya dönüştüğü, aradaki "gri"lerin ise bütünüyle ortadan kalktığı böylesi nefret dolu bir dünyada, İslâm âleminden de artık kolay kolay "ılımlı" yorumlar çıkmıyor. Çünkü "düşman kamplar arasında uzlaştırıcı bir nokta bulma çabası", nicedir hainlikle, döneklikle, alçaklıkla eşdeğer görülen bir şey...

Filmin bir sahnesinde başroldeki Mossad'çı kahramanın Atina'da tesadüfen aynı evi paylaşmak zorunda kaldığı, kendisini ETA örgütü mensubu sanan Filistinli bir gençle girdiği diyalog bile "Münih"i saygın bir yapıt konumuna eriştirmeye yetiyordu kanımca. Gizli ajanın "Sizinki ham bir hayâl, devletinizi asla kuramayacaksınız" diyerek aşağıladığı o Filistinli genç, "Pekiyi ya, Yahudilerin mücadelesine ne demeli" diye cevap veriyordu, "Onlar da bir devlete sahip olabilmek için yüzlerce, hattâ binlerce yıl boyunca acı çekmediler mi? Bizler belki öleceğiz, ama ardımızdan gelen gençler bu ülküyü devam ettirecekler. Devletimize sahip olamazsak bile, en azından son nefesimizi onun yolunda mücadele ederken vereceğiz."

Ve genç çocuk dediğini yapıyor, ülküsünün yolunda ölüyordu.

Bunlar Filistinlileri ve genelde de bütün Arapları onlarca yıldır birer "karton kahraman" olarak tanıtmaya alışkın Hollyood'da, Yahudi asıllı bir sinemacının kendi alanında bir ilk olan etkileyici kareleriydi.

Fakat, mesleğinde maddî ve manevî tatminin doruğuna erişmiş Amerikalı bir sinemacının olgunluk çağında vicdanının sesini dinlemeye başlaması ve gerçeğin arayışında bir film yapmaya yeltenmesi, bu filmin seslendiği iki zıt dünyada da zerre kadar yankı bulmadı, saygı görmedi. Çünkü her iki taraf da artık en koyusundan hamaset istiyor.

Hiç bir "esneme payı"nın kalmadığı böylesine zalim bir dünyada, barış ve huzur arayışı içinde olanların kesinlikle yeri yok. Ne gerçek hayatta, ne de sinema perdesinde...


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi