T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 24 MART 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Yusuf KAPLAN

Cansever'in şaheseri: Sinan'la Zirve (1)

Büyük tarihçi Braudel, Batı uygarlığının geliştirdiği modern / seküler meydan okuma nedeniyle Müslümanların, "insanlığın kayıp çocukları" olduğunu söyler. Braudel, bu tespitini, modern / seküler Batı uygarlığının geliştirdiği meydan okumada Müslümanların payının çok büyük olduğunu hatırlatarak yapar.

"İnsanlığın kayıp çocukları" yalnızca Müslümanlar değildir; Asya, Afrika ve Amerika kıtasındaki medeniyetler de varlıklarını, hayat damarlarını ve hayatiyet kaynaklarını yitirmişlerdir. Braudel'e göre, diğer medeniyetlerin yeniden varlık gösterebilmeleri, modern / seküler Batı uygarlığının geliştirdiği meydan okumaya uyum sağlayıp sağlayamamalarına bağlıdır.

Batı-merkezciliğe karşı bir hayli mücadele vermiş öncü tarihçilerden biri olan Braudel'in bakış'ındaki Batı-merkezci yaklaşıma anlam vermek biraz zor gelebilir.

Braudel'in bakış'ındaki arızanın kaynağı, "aydınlanmacı evrimci tarih algısı"dır: Bu tarih algısına göre, insanlık, modernlikten önce aklını kullanamıyordu; Kant, "insan"a "aklını kullanmaya cesaret et" dedi; insanlık, çocuksuluk çağı'ndan ergenlik çağı'na geçti! İnsan, artık hiçbir üst-güce / Tanrı'ya ihtiyaç duymadan aklını kullanabilir, kendi hayatına kendi yön verebilir, kendi kaderini o kıt aklıyla da olsa kendi tayin edebilirdi!

Ne büyük gaflet ve dalalet! İnsanın, tarihin ve varlığın karikatürize edilmesiydi bu: İnsan, dolayısıyla insan aklı (= Batılı insan ve Batılı akıl) böylelikle Tanrısallaşmış oluyordu. Ancak Batılı insanın, geldiğimiz noktada özgürlüğünü yitirdiği; güç ve çatışma üreten araçlara mutlak güç atfederek boyun eğmekten başka bir yola gir(e)mediği; bu yolun, çıkar yol değil, güç üreten araçları kontrol eden çıkarcıların çıkarlarına çıkar katan, insanlığı büyük felaketlerin eşiğine fırlatan çıkmaz bir yol olduğu artık şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Braudel'e göre, Müslümanların kaderleri ve gelecekleri, seküler / modern Batı uygarlığı tecrübesine uyum sağlama katsayılarının oranıyla belirlenecekti. Tıpkı diğer kültürler gibi iki seçenekleri vardı: Ya seküler / modern sıçramaya uyum sağlayacaklar; ya da eğer uyum sağlayamazlarsa yok olma kaderlerine razı olacaklardı.

İnsan, Braudel'e, tıpkı fikrî atası Kant gibi, "aklını kullanmaya cesaret et, Braudel!" demeden edemiyor: Neden üçüncü bir seçenek olmasın? Neden, insanlık, sadece modern / seküler meydan okumaya mahkûm ve mahpus olsun? Neden, bütün dinler, kültürler ve medeniyetler, kendi yaratıcı ruhlarını ve kurucu iradelerini hayata geçirerek, kendilerini varkılacak hayat, varoluş ve hayatiyet kaynaklarını bütün insanlığın beslenebileceği, tadabileceği, kendince tadlar alabileceği bir gül bahçesine dönüştürme gayreti ve cehdi içinde olmasınlar ki? Neden?

Braudel, doğru bir tespit yapmıştı. Ama tarifi de, tahlili de, tefriki de, teklifi de arızalıydı; yanlıştı. Sorusu yanlıştı çünkü. Soruyu yanlış sorunca, verilecek cevap da yanlış olacaktı.

Oysa soru şu olmalıydı: Seküler / modern Batı uygarlığı küre ölçekli, -Braudel'in deyişiyle- "dünya-tarihsel" (=dünya tarihinin akışını değiştirecek) bir meydan okuma gerçekleştirmiş ve bu meydan okuma, diğer dinlerin, kültürlerin ve medeniyetlerin varlıklarına kasteden, hayat damarlarını donduran, hayatiyet kaynaklarını kurutan bir yok ediş saldırısına dönüşmüştü: O hâlde, diğer medeniyetlerin yaratıcı ruhlarını ve kurucu iradelerini canlı tutabilmeleri, hayata ve harekete geçirebilmeleri nasıl mümkün olabilir/di? Dahası, seküler / modern meydan okuma, sadece diğerlerini değil, Batı'yı da, kendi temellerini de yok edecek neo-pagan, neo-seküler ve neo-barbar bir yokoluş ve yok ediş saldırısına dönüşmüştü; bu cendereden nasıl çıkılacak/tı?

Bu iki esaslı soruyu, Husserl'den Nietzsche'ye, Marx'tan Foucault'ya, Levi-Strauss'tan Baudrillard'a, Sorokin'den Toynbee'ye, Freud'tan Jung'a ve Heidegger'den Paul Ricouer'ya kadar pek çok çaplı Batılı düşünür çeşitli şekillerde sormuştu.

Peki, bu sorulara verilecek cevap ne olabilir/di?

İşte büyük mimar ve düşünür Turgut Cansever üstadımız, bu iki soruya, "Mimar Sinan" başlığıyla Albaraka Türk'ün yayımladığı nefis çalışmasıyla Sinan üzerinden muhteşem bir cevap veriyor: Sinan'la zirve'ye işaret ediyor; Sinan'la zirve'ye koşuyor Cansever üstadımız.

Nasıl mı? Salı günü görelim "nasıl olduğunu".

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi