T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 17 MAYIS 2006 ÇARŞAMBA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


Osmanlıca ecnebi lisanı mı

"Resmî duruş", Osmanlıca denen şeye "Türkçe" denirse "Osmanlının hortlayacağı" gibi bir korkuyu diri tutarken bu "yasakçı siyasi tavır", aydınlarımızı ve ulemamızı tatilden hoşlanan öğrencilerinkine benzer bir sevince boğuyor.

  • Mehmet Akif AK
    Hilmi Yavuz, "Osmanlıca"nın lise ve hatta üniversitelerde ders olarak okutulmasını ilk kez dile getiren ve mensubu bulunduğu üniversitede de bunu kısmen de olsa uygulamayı başaran bir kişidir. Önce bu hakikati hatırlayıp hakkı, hak sahibine teslim edelim; sonra da, Zaman'daki köşesinde "Osmanlıca' diye ayrı bir dil yok mudur?" başlıklı yazısına bakalım.

    ORTAYLI-YAVUZ TARTIŞMASI

    Yavuz'un, Osmanlıca'nın aslında bir "ecnebî lisanı olduğunu" zımnen savunur gibi görünen yazısına. Her ne kadar bu yazıda kendileri "bu işin asıl uzmanı olmadıklarını" beyanla Osmanlıca'nın "bir ecnebi lisanı olduğu" fikrinin ulema tarafından bir "kaziye-i muhkeme haline getirildiği"ni kayda geçirip, bir tecâhül-i ârifâne örneği vermekte iseler de, O'nun öteden beri bu fikri savunduğu erbabınca malum olmakla, söz konusu tasannu' girişimi adresine varamamaktadır.

    Yavuz üstadımız, yazısında bir başka üstadla konuyla ilgili ilginç bir tartışmaya girerek ama teenniyi de elden bırakmayarak şunları sölüyor:

    "Değerli dostum İlber Ortaylı, daima büyük bir telezzüzle okuduğum yazılarından birinde, 'Osmanlıca[nın] öyle Fransızca ve Rusça gibi ayrı bir dil olarak anlaşılama[yacağını], Arap harfleriyle yazılan bir Türkçe [olduğunu]' bildiriyor.

    Ona göre her dil 'asırdan asıra bazı değişiklikler geçir[mekte], ama bu durum ayrı bir dilden söz etmeyi gerektirme[mektedir]'. Ortaylı, bu konuda herhangi bir temellendirici kanıt öne sürmüyor; sadece Viyana Üniversitesi'nde Herbert Duda'nın bu terimle ('Osmanlıca' terimi ile H.Y.) nasıl alay ettiğini hatır[lıyor]. Prof. Duda şöyle demiş: 'Burada Schönbrunn Sarayı semtinde ayrı bir telaffuz, bol Fransızcalı bir saray ve bürokrasi dili vardı, elan da yaşar. Buna rağmen hiç kimsenin, hanedanımızın ismine izaf eden ['izafeten' olacak H.Y.) Habsburgca veya Habsburg Almancası dediğini duymazsınız.'

    Sevgili Ortaylı, gerçekten çok değerli bir tarihçidir, ama elbette bir polyglot yani, çok dil konuşan biri olmasına rağmen, bir dil bilgini değildir. Onun için de Osmanlıca'nın, 'ayrı bir dil' olup olmadığı konusunda, dil uzmanlarının ne söylediklerine bakmak, daha doğru olacaktır." (08.02.2006, ZAMAN)

    Hilmi Yavuz, Ortaylı Hoca'nın bir "dil bilgini" olmadığını söylüyor, ama Yavuz'un da bir "dil bilgini" olmadığını hatırlayalım. İkinci olarak da Yavuz'un bu argümanının "hiçbir dil bilgininin Ortaylı ile aynı fikirde olmadığı" gibi akla ziyan bir iddiayı mündemiç bulunduğunu görelim.

    OSMANLICA, 'ECNEBÎ LİSANI' İDDİASI

    Yavuz, daha önce yayımlanan, "Osmanlıca Türkçe midir?" başlıklı yazısına da atıfta bulunarak orada yazdıklarını burada da aynen tekrarlıyor. Her iki yazıda da söylediklerinin hülasası:

    İktisatçı Selim Somçağ'ın, "Osmanlıca bir dil değildir" tezini eleştirme noktasından hareket eden Hilmi Yavuz, onun, Osmanlıca'nın bir dil olmadığı görüşünün herhangi bir ilmî dayanağının bulunmadığını ifadeden sonra tam aksine "Osmanlıca'nın Türkçe'den ayrı bir dil olduğunu ortaya koyan [ciddi dil bilginleri]" bulunduğunu yazarak, bunları fikrinin ardına destek olarak yerleştiriyor. İsimlerini de zikrettiği bu "çok değerli dil bilginleri"ne katıldığını söyleyen Yavuz, her iki yazısını da şu hüküm cümleleriyle bitirerek, konuya "son noktayı koyup", edebiyat ve filoloji bakımından meseleyi kapatıyor:

    "Osmanlıca, bir kere daha belirteyim, yazı dili olarak 15. yy.'dan 20. yy'ın başlarına kadar edebiyat, bilim ve resmî yazışma dilidir: Bir dil bilgini olan Prof. Dr. Tahsin Yücel'in de 'Dil Devrimi ve Sonuçları'nda belirttiği gibi, 'süslü' düzyazı ('inşa') dilinin 'yalnızca günümüzde değil, yazıldıkları dönemlerde de geniş kitle-lerce anlaşılması söz konusu olmadığına göre, Osmanlıca'nın Türkçe'nin değişik bir biçimi değil, Türkçe'den ayrı bir dil (vurgu benim H.Y) olduğunu kesinlemek gerekir'. Dilbilimciler böyle söylüyor..."

    Konunun bizatihi kendisinin içinde barındırdığı problemler kadar belki de daha fazla olmak üzere bu "kesinleme" eyleminin bir hayli problemli olduğu açık değil mi? Oysa üstad'ın, bu kesinlemelerinin okura maliyetini biliyor olması gerekirdi. Nitekim yazdığı gazetenin meseleyle doğrudan ilgisi bulunan yazarlarının, birlikte TV'de edebiyat programı yaptığı ünlü hocaların dahi bu kesinlemelere boyun eğdikleri, en azından başlarına geleceği kestiremediklerinden üstad'ın "kesinlemeleri" karşısında sessiz kaldıkları apaçık görünüyor. Bu "ikrardan gelen sükûtlar", hiç şüphesiz anılan "kesinlemelerin" maliyetini -hasarını mı demeliydim?- daha da artırıyor.

    Yavuz üstadımız, kendisinin nezaketen "kesinleme" diye nitelendirdiği, bizim ise hakikatte "racon" olduğunu bildiğimiz bir yeni "racon"u da Osmanlıca üzerine i'mal-i fikretmeye yeltenen İlber Ortaylı'ya kesmiş bulunuyor. Ortaylı'yı, "Osmanlıca'nın, Arap harfleriyle yazılan Türkçe olduğu" şeklindeki kesinlemelerde bulunurken daha özenli ve bilerek konuşmaya davet ediyor.

    Ne var ki, "racon" kesmede bir hayli nâm kazanmış Hilmi Yavuz'un, elindeki "desturnâme" ile elini kolunu sallaya salaya girdiği bağların kısa bir listesine bakmak bile insanı yorabilir. Sözgelişi, filozofi (bahusus konjonktürel olarak İslâm filozofisi), teoloji (tabiatıyla İslâm ilahiyatı dâhil), şiir başta olmak üzere bütün edebiyat, roman, hikâye, tiyatro, lingüistik, gastronomi, tarih, Avrupa Birliği, edebiyat-sanat-uygarlık tarihleri, sosyoloji... Üstad'ın bu alanlarda ve belki de unutup bu listeye dahil etmediğimiz başka birçok konuda yazmasını aslâ yadırgıyor değiliz. Tam tersi sayısız türdeki yazılarının pek çoğunu telezzüzle okumuş ve istifade etmişizdir. Burada asıl sorun, Hilmi Yavuz'un, yazarları haddini bilmeye davet ederken, kendine koyduğu istisnadır.

    RESMÎ SÖYLEM VE AÇMAZLARI

    İmdi konuya tekrar dönecek olursak... Hilmi Yavuz, "Osmanlıca" denen şeyin ne idüğü konusunda ortada dolaşan üç farklı yorumdan ikisini "iptal" ediyor; kalan diğerini ise kendi fikri olarak "kesinli"yor. "İptal" akıbetinden kurtulamayan iki yorumdan birincisi, "Osmanlıca adlı yapay şey, Osmanlı'nın tüm diğer kurumlarıyla birlikte tarihin sandığına kilitlendi" tezidir. İkincisi ise, "Osmanlıca diye ayrı bir lisan kategorisi hiç yoktu; Osmanlıca denen şey, Türkçe'nin Arap harfleriyle yazılan kısmını ifade için kullanılır, bu bir dil adı değildir" iddiasıdır. Yavuz'un "kesinlediği" ve sahiplendiği görüş ise "Osmanlıca'nın İngilizce, İspanyolca, Almanca gibisinden bir dil" olduğudur.

    Bir kere herkes gibi Hilmi Yavuz da biliyor ki, bu konu hâlâ tartışılması netameli siyasi-ideolojik konulardan biri olup, "kesinlenmesi" bir yana, daha doğru dürüst tartışılmaya bile başlanmamıştır. "Resmî duruş", Osmanlıca denen şeye "Türkçe" denirse "Osmanlı'nın hortla-yacağı" gibi bir korkuyu diri tutarken bu "yasakçı siyasi tavır", aydınlarımızı ve ulemamızı tatilden hoşlanan öğrencilerinkine benzer bir sevince boğuyor. Öyle ya araştırılacak konu ne kadar azalır, bunlara ilişkin zaman dilimi ne kadar dar tutulursa, "şezlong uleması"nın tatil günü de o kadar çok olacaktır.

    Lisanımızın ancak son 80 yıldan bu tarafa bir tarihinin bulunduğunu kabul ettiğinizde, her şey, ne de çok kolaylaşır! Böyle bir genel kabulden sonra kimse kalkıp eski harflerle yazılmış metinleri okuyamadığınız için sizin "ilminize" dil uzatamaz! Çünkü "o dil, öğrenmek zorunda olduğunuz Türkçe değildir". O dil, Sümerce, Hititçe gibi morfolojik değeri bulunan ölmüş bir dildir; onun az sayıda uzman tarafından bilinmesi yeterlidir!

    "Resmi duruş"un hâlâ bu noktada durduğundan şüpheliyim, ama YÖK'ün ve geçimlerini devlet daireleri hükmündeki üniversitelerle bunların birer kopyası mahiyetindeki resmî-özel üniversitelerden sağlayan uzmanların çoğunun, Osmanlıca'yı bir ecnebÎ lisanı olarak kabul etmekte kararlı bulundukları apaçık meydandadır. Hilmi Yavuz gibi onların da çoğu Osmanlıca için "15. yy.'dan 20. yy'ın başlarına kadar edebiyat, bilim ve resmî yazışma dilidir" diyor. Dünyada sadece bu özellikleri taşıdığı için "dil sayılan" böyle bir başka dil yok; öyle bir dil ki, sadece edebiyat, bilim ve resmi yazışma alanlarında kullanılacak, ama o, yaşayan bir şey olmayacak. Bunun bir tek istisnası var, haksızlık etmeyelim; "Esperanto".

    Bir dil ki, bir alet hükmünde elimizin altında bulunacak, lazım olduğunda onu kullanacak, olmadığında bir dolaba kilitleyecek, hiç lazım olmadığı anlaşıldığında ise bir müzenin mahzeninde çürümeye terk edeceğiz.

    OSMANLICA: BİR MEDENİYET DİLİ

    Sözü fazla uzatmaya gerek yok. "Osmanlıca denen bir dilin hiç olmadığını" ileri süren görüşle, "Onun diğer lisanlardan bir lisan olduğunu" savunan görüş, bir birlerine tamamen zıt görünseler de ortak bir paydada buluşmaktalar: "Osmanlıca bizden uzaktır ve uzak kalsın."

    Bu fikir, kanaat ve kabul, coğrafyamızı, tarihimizi ve medeniyetimizi mümkün olduğunca birbirinden izole edilmiş parçalara ayırmaya odaklanmış Batı emperyalizminin maksadı ve muradının tahakkukundan başka neye yarayabilir?

    Yaklaşık yetmiş yıldır lisanımızın üzerinden geçirilen iş makinelerinin hangi siyasî hedeflere servis yaptığını görmeden ve bilmeden bir "Osmanlıca" tartışması yapılamaz. Öz lisanımızın, ana dilimizin "Osmanlıca" diye yabancılaştırılıp ötekileştirilmesinin yol açtığı hasarı ölçecek herhangi bir alet henüz icat edilmemiştir.

    Bu dışarı atma, "vatandaşlıktan tart" türünden acayip şey, bu "Osmanlıca yabancılaştırması", aslında nesebi gayrisahih sözümona bir dile "yer açma" planıydı. Bunu hâlâ anlayamadıysak çok yazık!

    "Tüp bebek" yöntemiyle uydurulan bu yeni dil, Türkiye Türklerinin birbirleriyle dahi anlaşmalarını imkânsızlaştırıp kocaman ülkeyi Babil Kulesi'ne çevirecek, Türkiye'nin Türk dünyası ile pamuk ipliği halinde mevcut son irtibatını da koparıp atacak, bin yıldır kader birliği ettiğimiz Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkasya, Balkanlar dünyası ile aramıza Çin Seddi türünden engeller koyacaktı.

    Bu uluslararası operasyonun yalnızca bize münhasır bırakılmadığını bilmemiz belki bir an evvel intibaha gelmemizi de kolaylaştıracaktır. Türkiye'de dil alanında yapılan cinayetlerin tıpa tıp benzerleri nerdeyse aynı tarihlerde Mısır'da ve İran'da da aynı usullerle yapılmıştır. Zaten bütün bir Kuzey Afrika'da Fransızca zorunlu dil kılınırken, Arapça yasaklanmıştı. Eski Sovyet sınırları içindeki Asya Türklüğü ise Rusçayı ana dil, Kiril'i de öz alfabesi yapmaya mecburdu. Dilimiz üzerinde yürütülen siyasi operasyonları, ancak bu büyük resim içinde anlamlandırabiliriz. Bazı hamakat erbabına göre ise bütün bunlar "aydınlanma"nın icapları olarak görülebilir.

    "YÜZYILIN KATLİAMI"

    Yazıyı, "Osmanlıca'nın hiç olmadığını" söyleyenlerle, "Onun bir ecnebi lisanı olduğunu" kabul edenlere bir dizi soru sorarak noktalayalım:

  • İnsanlık tarihinde "Osmanlıca" gibi kaderi, ülkesinin siyasi tarihinin kronolojisiyle paralel yürümüş bir başka dil var mıdır?

  • Türkiye Türkleri, tarihlerinin belli bir diliminde, birinin adı "Osmanlıca", diğerinin adı "Türkçe" olan iki ayrı lisana aynı anda sahip olmuşlar mıdır? İnsanlık tarihinde bunun kaç örneği bulunmaktadır?

  • "Osmanlıca" denen "yapay dil", Osmanlı Devleti'nin sadece ona mahsus siyasi kurumlarından biri mi idi ki, ait olduğu devletle birlikte tarihe intikal etti?

  • Bir lisanın kullandığı "alfabe"nin değişti-rilmesi, yepyeni bir başka dilin sıfır yaştan başlayarak doğduğu anlamına gelir mi?

  • Bir lisanın doğuş tarihi olarak yıl, ay, gün cinsinden bir zaman kavramı telaffuz etme imkânımız var mıdır?

  • "Osmanlıca" denen şey, şu an ne olmuştur? O nerededir, yaşıyor mu, öldü mü? Bu gerçekten kimin diliydi; Halit Ziya'nın mı, Abdülhak Hamit'in mi, Tevfik Fikret'in mi, Süleyman Nazif'in mi? Bu adamlar iki lisanlı yazarlar mıydılar yoksa? Ömürlerinin hangi zamanında, yılında, gününde, ayında Osmanlıca kullanıp, hangi zamanında Türkçe yazmışlardı?

  • Mehmet Doğan, dilimiz üzerinden işlenen cinayeti, "yüzyılın katliamı" olarak nitelendirirken ne kadar haklı, değil mi?

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi