T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 26 MAYIS 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Sami HOCAOĞLU

Bir özürlü annesinin feryadı

Bu köşede "Özür, özürlülük ve özürlülere dair" yazdığım yazı hayli ses getirdi. Meğer özürlülük ve özürlüler konusu, toplumun kanayan bir yarasıymış. Konuyla doğrudan veya dolaylı muhatap olanlardan bir çok mesaj aldım. Bu mesajların da teyit ettiği gibi, özür ve özürlülük konusundaki problemler, üç başlık altında tasnife tâbi tutulabilir.

1. Özür ve özürlülük tasavvuruyla ilgili algı problemi.

2. Özürlünün kendisinin ve ailesinin yaşadığı psikolojik ve sosyal problemler.

3. Özürlülere toplumun ve devletin bakışıyla ilgili problemler.

Bu köşede yayımlanan yazı, birinci başlıkla ilgili problemleri ele alıyordu. Bugünkü köşemi, mezkur makalemde değinemediğim 2. ve 3. başlığa dair problemleri isabetli bir biçimde tahlil eden bir mektuba ayıracağım. Mektup, zihin özürlü bir yavruyla imtihan edilen ve imtihanını alnının akıyla verdiği belli olan bir anneye ait.

Mektubun genelinden anlaşılan o ki, özürlülere yönelik toplumumuzdaki yamuk bakış açısı, sadece özürlülerin kendisini değil, özürlülerin ailelerini de kapsıyor. Hatta bu yamuk bakış, en çok özürlü yakınlarını yaralıyor. Özürlü annesi şöyle diyor:

"İnsanlar yavrularımızı gördüklerinde önce bir şok yaşarlar, acıyarak bakarlar ve çoğunlukla yüreklerinin bu görüntüyü kaldıramayacağını söyleyerek uzaklaşırlar. Görüştüğümüz, fakat bana çocuğumu hiç sormayan bir yakınımıza nedeni sorulduğunda verdiği cevap şu: "Çocuğun durumunu hatırlatıp onu üzmek istemiyorum." Biz halimizi nasıl anlatalım? Anlatsak ne olacak? Onlar bizim yaşadığımız zorluğu biliyorlar ve bizi görmeye tahammül dahi edemiyorlar. Hasta çocuğumdan önce evimize çok gelen giden olurdu. Şimdi o insanların çok azı var hayatımızda. Onların bir ziyareti, bir telefonu bile bize teselli olurdu. Peki, onlara ne kaybettirirdi? Bizim hal ve hatırımızı sormak bile bu kadar zorsa, yaşadığımız hayatı siz düşünün..."

Evet, anlaşılan o ki, asıl özür toplumun bakışında. Asıl üzerinde durulması gereken ve tedavi edilmesi gereken işte bu "ağır özürlü" ve yamuk bakış açısı. Bu bakış açısının temelinde, psikolojide "üç-beş yaş psikolojisi" diye adlandırılan "nerede, nasıl ve neye bedel olursa olsun, acıdan kaç, hazza koş" felsefesi yatar.

İnsanlar, ait oldukları topluma ve o toplumu oluşturan her bir unsura karşı da bir sorumlulukları olduğunu unutuyorlar. Dahası, insanlar insan olduklarını, bu durumun her an ve her yerde kendilerinin de başına gelebileceğini gözardı ediyorlar.

Bazılarının başına geliyor da. Peki, "acıdan kaç, hazza koş" felsefesiyle yaşayanlar, bu gibi bir imtihanla karşılaştıklarında ne yapıyorlar? Ne yapacaklar, hemen çoğunlukla, aynı "hedonizmle" davranıp, sorunu arkalarında bırakmak için bazen yuvalarını terkediyorlar, bazen de özürlü yavrularını...

Toplumun "özürlü" bakış açısını dile getiren şu satırları da okuyun:

"Toplumun bize bakışında, bu çocukların özründen daha büyük bir sakatlık var. Ve bu bakışta insaf yok. Toplumun bize bakışındaki çarpıklığın nedenini bilemiyorum. Bu konuda âlimler, sosyologlar, psikologlar düşünmeli. Bildiğim tek şey bu bakışın üzerimizdeki olumsuz ve yıkıcı yansımaları. Bunu anlatmakta güçlük çekiyorum. "Ateş düştüğü yeri yakar" derler. Ve bizim üzerimize bir ateş düştü. Hasta çocuğumuzla birlikte biz de yanıyoruz ve bu arada da ateşi söndürmeye çalışıyoruz. Etrafımızda yanışımızı gören insanlar ise farklı farklı tepkiler veriyorlar. Bu tepkileri, şöyle sıralamak mümkün:

-Sizler bu ateşi hak edecek bir günah işlemiş olmalısınız.

-Siz gerçekten zor bir durumdasınız. İşiniz çok zor, Allah yardımcınız olsun.

-Sizler şanslı insanlarsınız; zor durumdasınız, acı çekiyorsunuz, ama ahirette mükafatını göreceksiniz. Allah adalet sahibidir, asla karşılıksız bırakmaz.

Hatta, mübalağa etmiyorum, "Siz bu ateşte ne güzel yanıyorsunuz? Çocuğunuza iyi bakıyorsunuz, onu çok seviyorsunuz, şikayet etmiyorsunuz..." diye bizi ve sabrımızı tebrik eden insanlar da çıkıyor.

Ateşin bize verdiği acı bizde saklı kalsın. Ya insanların bu yangına müdahalelerinin sözden öte gitmemesine ne demeli? Yangını söndürmek için neden bir kova su dökmek insanların akıllarına gelmez? Bunu dahi düşünemiyorlarsa, onların da tutuşma ihtimali yok mudur? Yaşadığımız hayatı kısaca şöyle anlatabilirim: "Kucağımızda yüzme bilmeyen bir çocuk ile denizin ortasındayız. Çocuğun yüzmeyi öğrenmesi imkansız. Bizim gücümüz, çocukla birlikte yüzerek sahile çıkmaya yetmiyor, ancak onu suyun üzerinde tutabiliyoruz. Üstelik zaman aleyhimize çalışıyor: Çocuk büyüdükçe ağırlaşıyor, biz yaşlanıp güç kaybediyoruz. Bu durumda, karadaki insanlardan bize bir ip atmalarını beklemek çok şey mi?"

Bu ipi atmanın maliyetini karadaki insanlar tek tek karşılayamaz belki, fakat devlet adlı organın işi ne? Onun bunun giyim kuşamına, namazına ve niyazına, yaşantı ve düşüncesine burnunu sokmak mı? Bu mektup sayesinde öğrendim: Zihinsel özürlü çocuklarla ilgili rehabilitasyon merkezleri yok denecek kadar yetersizmiş. Olanlar da, bir çocuğa sadece haftada iki saat eğitim hakkı veriyormuş; evet, yanlış duymadınız, haftada iki saat.

Kırmızı-gizli anayasalı 'devletimizin' özürlü vatandaş diye bir derdi de var mı?

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi