T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 7 NİSAN 2006 CUMA | ||
|
Fransızların kafaları karışık: Ne olduklarına karar veremiyorlar. O yüzden öfkeli, alıngan ve "saldırgan"lar. Seine'in suları bulanık akıyor hâlâ. Hıristiyanlık, Fransız kimliğinin ve kültürünün garnitürü yalnızca. Garnitürü ve karikatürü. Meselâ, kırmızı ışıkta durduğunuzda, hemen bir haç işareti beliriveriyor karşınızda: Haç, durduruyor sizi. Bu, semiyolojik (göstergebilimsel) olarak okunduğunda, insanı durduran kırmızı ışığın işaretinin haç olması, Hıristiyanlığın Fransızların "yürüyüşünü" durduran, engelleyen bir aktör ve faktör işlevi gördüğüne işaret eder, dersem abartmış olur muyum? Hayır. Zira bu semiyolojik okuma, sosyolojik olarak da, felsefî olarak da, dolayısıyla tarihsel olarak da geçerliliği ve karşılığı olan bir okumadır. Bunları söylerken Hıristiyanlığın Abelard'la başlatabileceğimiz köklü bir Hıristiyan kültürü ve külliyatı ortaya koyduğu gerçeğini inkâr mı etmiş oluyoruz? Elbette ki, değil. Ama 11. ve 12. yüzyıllarda başlayan Kilise çevrelerindeki bu fikir atılımının aslında Hıristiyanlık'tan çok paganizme hizmet ettiği, Kiliseyi pagan Latin kültürünün yörüngesine oturttuğu gerçeğini de görebilmemiz gerekiyor. Kilise otoritesi ile pagan otoriteler arasındaki bu gerilim, Fransızları önce paganizme "Fransızlaştırır" gibi oldu; ama sonra, esas itibariyle Hıristiyanlığa "Fransızlaştırdı". Sonuçta, Fransızlar, bir türlü tam anlamıyla Fransızlaşamadılar; Fransız olmanın ne demek olduğuna tam olarak karar veremediler. Bu kararsızlık hâli, sadece Fransızlarda gözlenmedi; bütün bir Latin dünyasında ve Batı dünyasında da gözlendi. Rönesans ve Reformasyon'dan sonraki süreçte, büyük otorite ve hegemonya çatışmalarını, din savaşlarını kışkırttı, alevlendirdi. Kazananlar, paganlar / laikler oldu. (Peter Gay'in, aydınlanma düşüncesini, modern paganizm; modernliği de, paganizmin yeni versiyonu olarak tarif ettiğini hatırlatmak isterim). Özellikle de Fransız Devrimi'nden sonra modern paganlar / laikler kazandı. Ve alınganlıklar, saldırganlıklar hızlandı, bir türlü durmak bilmedi: 1793-94 yıllarında, Edmund Burke'un deyişiyle "Paris sokaklarında oluk oluk insan kanının aktığı" ürpertici bir Terör Dönemi yaşandı. Paganizmin doğasında vardır şiddet ve gerilim. Pagani ve pagnus sözcükleri, kaba-saba, ilkel, saldırgan anlamlarına gelir. Pagan insan, kendisini dünyanın merkezine yerleştirir; yani yalnızdır: Kendisiyle de, dünyayla da, diğer insanlarla da barışık değildir. O yüzden, esaslı bir ontolojik güvensizlik duygusu yaşar. Bu ontolojik güvensizlik duygusunu aşabilmek için, epistemolojik güvenlik alanlarını (doğaya, insana, araçlara hâkim olma güdüsünü) genişletmekten başka çaresi yoktur. Paris'in sivil mimarisine olduğu kadar, dînî mimarisine de ruhsuzluğun, sadece taşın hâkim olması bu yüzdendir. Taşa hâkimiyet, insanları da taşlaştırmaktan, ruhsuzlaştırmaktan, yabancılaştırmaktan başka bir şeyle sonuçlanabilir mi/ydi? Dün taşa hâkim olanların, bugün makinaya, silahlı makinaya hâkim olmak için nasıl canhıraş yarıştıklarını görmek şaşırtıcı olmasa gerektir. Oysa aslolan taşa da, makinaya da ruh üfleyebilmektir. Paris sokaklarında, bir yabancı, bu yüzden öteki muamelesi görür. Fransızca konuşmuyorsanız ya da aksanlı konuşuyorsanız, yandınız demektir. Fransız, size Fransızdır artık: Alınır, kabalaşır ve hatta saldırganlaşır. Böylelikle insana, insanlığa ve dünyaya "Fransızlaşır". Abant toplantısına -Alain Touraine hariç- birinci sınıf Fransız düşünürler katılmadı; O da bir şey söylemedi. Edgar Morin'se toplantıya katılacağı açıklanmasına rağmen gelmedi bile. Fransız işte! Abant toplantısına katılan Fransız aydınların kafası bir hayli karışıktı: Fransa'daki İslâm-laiklik gerilimi nasıl hâlledilecekti? AB, ne işe yarar/dı? Dünya nereye gidiyordu? Fransızlar, ülkelerindeki İslâm'a da, AB'ye de, dünyada yaşananlara da "Fransızlardı". Bu durum, özelde Fransızların, genelde Batılıların iddialarını karikatürize ederek kendi iddiaları katına yükselten, bu ülkenin kültürüne ve medeniyet tecrübesine "Fransız kalan" bizim "aydın"larımızı şaşırttı. Acaba bu, bizim arkadaşlara, Fransızlardan da "Fransız olma"nın, kendine özgü bir iddia sahibi olamaManın ne kadar traji-komik bir durum olduğu sorusunu sordurttu mu? İkbal'le birlikte 20. yüzyılın iki büyük Müslüman düşünüründen biri olan Bediüzzaman, büyük bir iddianın sahibiydi. Peki, ya "çocukları"?
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |