T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 14 TEMMUZ 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Fatma Karabıyık BARBAROSOĞLU

Ölümler ve itiraflar

Ben o haberi günün dağdası içinde aldım. Misafir, tadilat, günlük alış veriş. Dalgınlığımın doruğunda bir Pazartesi sabahı. Aklımın bir yanında Irak, bir yanında Filistin, bir yanında Afrika'nın susuzluğu. O haberi aldım. Yere atılıvermiş gazetelerin üstünde resmi vardı: "Çağdaş Dede Korkut öldü." Gazeteyi yerden aldım ve ağlamaya başladım. Büyük haksızlıklara gözyaşı döktürmeyen bir dünyada yaşamaktayız ya nice zamandır, işte onun için taşacak son damla rahmetlinin fotoğrafından geldi. Gözyaşıma tanık bir delikanlı "ağlama abla ben yarın tembih ederim gazeteleri yere atan ağabeye, yere atmaz" dedi. Gazetemi yere atmışlar diye ağlamam normaldi de, Filistin için ağlamam beni pek ala "anarşist/terörist" çukuruna itiverirdi. Gözyaşı balon kadar şişer mi? Zavallı çocuk bir kadının gözyaşından hiç bu kadar korkmamıştır herhalde.

Bu kadının ne derdi var diyebileceklere aldırmadan ağladım. O benim ilk gençliğimin yazarıydı ve bunu hiç bilmedi. Sebze aldım. Sebze ayıkladım. Gözyaşı hep eşlik etti. Vicdan azabı ne beter bir şey. Halbuki iki kere imza gününe gitmiştim. İlkinde lise öğrencisiydim, ikincisinde felsefe öğrencisi. İkisinde de hep uzaktan baktım. Yanında eşi vardı. Birbirlerine yaslana yaslana yaşayışlarını "temaşa ettim." Ama yanlarına gidemedim. Ben sizin okuyucunuzum dersem hayal kırıklığına uğrayacakmış da bir daha kitap yazmayacakmış gibi. Korktum. Gidemedim.

İlk gençliğimin yazarı onu nasıl okuduğumu hiç bilmeden ayrıldı bu dünyadan. Ben onu nasıl bulmuştum hiç hatırlamıyorum. Ağabeyim mi getirmişti? O sıralar o da çocuk olduğuna göre?.. Görünmeden de yazar olunabilen devirlerin yazarıydı. Yazarların, harflere fikirleri ve imajları işleyebildiği dönemlere aitti. Okuyucunun harfler üzerinden değil de yazarın görüntüleri üzerinden imaj topladığı dönemlerde, "yaşamıyor gibi yaşadı", aramızda değil, kendi dünyasında.

İlk okuduğum kitabı Konak'tı. Nehir roman dizisinin ilk kitabının Anahtar olduğunu sonradan öğrendim. Bir dervişin değneğin peşi sıra gidişini ondan okudum. Issız dağ başlarında. Ahlat ağacının altında. Dünyadan kopup kopup okudum. Henüz on üç yaşımdaydım. Sonra "büyü"düm. Büyüyünce elbette büyü bozuldu. Tarih şanlı sayfalar kitabı olarak değil, tarih felsefesi olarak meselemdi artık. Bir daha hiç o kadar "huzurlu" olamadım. O kadar huzurlu olmayı da "tehlikeli" buldum. Masal düşünce tarihinin ilk basamağı olur beis yoktur. Lakin, tarih masalın bahçesi olarak kalmamalı asla.

Ama Konak'ı okurken içimde uyanan imajlar, yıllar boyu beni bırakmadı. Kızgın bir güneş, güneşle yarışan bir rüzgar ve ikisinin arasında tercih hakkı elinden alınmış güz buğdayları zihnimdeki sılamdı. İnsanın yaşlandıkça artan gurbetine, ilk gençliğinin kitaplarının eşlik edeceğini o zamanlar bilmiyordum. Babamın demir bir sandukanın içinde biriktirdiği kitaplarını "talan" etmekle meşguldüm. Mustafa Necati Sepetçioğlu babam ile aramdaki köprüydü. Orada okuduğum her şeyi ille de babama sorardım. Babam çoğu defa uzun uzun anlatışını, "Tabiî en doğrusunu Allah bilir" diye noktalar, ben kitaba geri dönerken, annemin bir genç kızdan umduğu yardımı boşa çıkarırdım. Çoğu defa okuduğum kitabın adıyla ilgili bir cümleyi beyhude söylediğini bilerek, ama yine de vazgeçmeden tekrarlardı. Konak mı okunuyor herkesin konağı kendine derdi. İhtimal zengin bir ailenin hayatına gark olduğumu zannederek. Çatı mı okunmaktadır. Çatı iyi de önce temel derdi. Yaşıtlarım dünyanın en güzel el işlerini yaparken benim amele gibi kapı, çatı, anahtar diye bir kitabın satırlarından kuyu kazışıma biraz korkuyla bakardı. Bu korku o dönemin annelerinin ortak korkusuydu.

Gün ikindiye kavuşurken arayabileceğim tek kişiyi aradım. "Zeynep" dedim. "Sana acı bir haber vereceğim. Biliyor musun Sepetçioğlu ölmüş." Benden daha çok ağlayacak bir "okuyucusu" varsa, Zeynep'ti. Acımı ona emanet edip Sezai Karakoç'a sığındım. "Ben onun sılası kendimin gurbetiyim."

Şimdi şunu itiraf etmeme izin verin lütfen. Biliyorum önemsemez ama Sezai Karakoç için tek satır yazamamış olmanın ezikliği de içimde bir kör düğümdür. İnsanın ya hiç önem vermedikleri için çorak kalıyor kalemi ya da çok önem verdikleri için. Mesela Sezai Karakoç için yazabileceğim hiçbir yazıyı beğenmediğimi, beğenmediğim için asla yayınlayamayacağımı itiraf edeyim. Üstadı ziyaret için yirmi yıldır gidenlerin peşine takılma isteğim de her defasında kazaya uğramıştır. Nasip. Benim nasibim gidememektendir.

Halbuki kalemim katılaştığında, tıkızlaştığında günlerce zikir gibi sesli sesli Sezai Karakoç okurum. İçim karardığında Sezai Karakoç'tan tefeül ederim. Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun ardından Sezai Karakoç'un bütün şiirlerini topladığı Gün Doğmadan'dan tefeül ediyorum: "Bu şehir yerden bile ağır bu gece/Altında tek bir ölü olsun kalmamış/Ölenlerdir incelten hafifleten oysa/Uçacakmış gibi yapan şehirleri."


Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi