T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Yargıçlar uluslararası sözleşmeleri okurlar mı?

Türkiye'nin birkaç yıldır yaşadığı derin karamsarlık ve umutsuzluk ortamında gelen Anayasa Mahkemesi'nin anamuhalefet partisini kapatma kararı, bu umutsuzluğu, daha da koyulaştırmaya yaramıştır. Bu olay Türk siyasetinde uzun yıllar tartışılacak, örnek olay olarak değerlendirilecektir.

Siyasi parti mahkemelerce kapatılır kapatılmaz tartışmasının ötesinde bir derin sorunla karşı karşıya bulunmaktayız. Türk siyasetinin, her türlü küreselleşme, demokratikleşme ve modernleşme gelişmelerine ve ideallerine rağmen nasıl bir dar alanda patinaj yapmakta olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Türkiye, sanıldığından daha tutucu, statükocu ve değişime karşı çizgide durmaktadır.

Bu tavrı anlamak elbetteki zor değil. Yakın döneme kadar içeriye dönük, otarşik bir toplum görüntüsü veriyorduk. Osmanlı'nın dünyaya açık yüzü Cumhuriyet döneminde içe dönük hale geldi. Tek parti dönemlerin otoriter sisteminde ulusal düzeyde bile hareketlilik yoktu.

En öne geçirilen değerler olan ulusal bağımsızlık, egemenlik gibi kavramlar dünyadan kopukluğu getiriyordu. Ekonomi, kültür, siyaset, hukuk ve diğer tüm alanlar dünyadaki gelişmelerden bağımsız olarak tanımlanıyordu. Bu milliyetçiliğin ve millileşmenin zorunlu şartı olarak görülüyordu.

Bu zihin yapısının hukuk alanındaki yansıması dünyadaki gelişmeleri, devletin uluslararası sözleşme ve sorumluluklarını dikkate almayan bir refleks şeklinde ortaya çıktı.

Fazilet Partisi'ni "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olduğuna hükmederek temelli kapatılmasına karar veren Anayasa Mahkemesi yargıçları, Anayasa'ya ve Siyasi Partiler Yasası'na göre karar verdiklerini, kendilerini eleştirenlerin öncelikle bu yasaları değiştirmeleri gerektiğini söylemektedirler.

Dar açıdan bakınca, bu söylenenler doğru gözükebilir. Ama Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ve ek protokolleri imzalayan; Avrupa Birliği ile bütünleşmeye çalışan; evrensel değerleri hakim kılmak için irade gösteren bir ülke olduğu ve bunların da bir üst hukuk normu olarak kabul edildiği düşünüldüğünde ne kadar hatalı bir tutumla yüz yüze olduğumuz anlaşılacaktır.

Herkes bu kararı ve karardaki argümanları eleştiriyor. Şayet Anayasa Mahkemesi, uluslararası gelişmeleri ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarını dikkate alıp farklı karar verseydi bugün çok farklı şeyler söylenecekti. Bunu, yaşadığımız karamsar ortamdan bir çıkış ışığı olarak görecek, sevinecektik. Ama olmadı...

Çünkü özellikle Türk bürokrasisi dünyaya, çağdaş gelişmelere ve global çağa henüz hazır değil. Hâlâ tüm dış dünyayı düşman görmekte, hükümetlerin imzaladığı uluslararası antlaşmaları bir hukuk normu olarak görmemektedir. Tek parti ve soğuk savaş yıllarının içe kapalı, "biz bize yeteriz", "asla dostumuz yok", "herkes bizi parçalamak istiyor" refleksiyle hareket eden bürokrasi ve onun en önemli sektörü olan hukuk dünyası, Türkiye'nin önünü bir kez daha kapadığının farkında bile değildir.

Herkes ister istemez şunu merak ediyor: Anayasa Mahkemesi yargıçları Anayasa ve diğer hukuk metinlerine baktıkları kadar Türkiye'nin altına imza koyduğu ve Meclis'in de onayladığı uluslararası sözleşme metinlerine de bakıyorlar mı? Anayasa Mahkemesi kararlarının AİHM'den geri dönmesi yargıçları rencide etmiyor mu?

Son söz şu olabilir: Dünya da Türkiye de değişiyor. Ama bürokrasi ve özellikle adalet mekanizması hem değişmiyor, hem de bunun faturasını tüm millete ödetiyor. Buna hakkı var mı? Tartışmaya değer...


28 Haziran 2001
Perşembe
 
DAVUT DURSUN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED