T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Özerklik krizinden LİDERLİK KRİZİNE

Ak Parti iktidarı, iç içe iki krizden doğdu. Birincisi, 30 yıllık mazisiyle Millî Nizam-Selamet-Refah-Fazilet hareketinin 'özerklik krizi' idi.
Ak Parti'yi iktidara taşıyan ikinci kriz, kaptansız devlet gemisinin sorumsuz büyük sermaye tarafından kayalık istikamete yönlendirildiği 28 Şubat krizidir.

Siyaset, yolunu şaşırmama bilgisidir. Kelimenin Arapça kökü seyislikle, Yunanca kökü kaptanlıkla irtibatlıdır. Binaenaleyh, siyaset at veya gemiye hükmetme sanatıdır. Millet, 'devlet' gemisini siyasetçiye karaya oturtması için değil, üzerinde anlaşmış oldukları limana ulaştırması için teslim eder.

Meş'um tezkere Perşembe günü oylanmış ve kabul edilmiş olsa, yazacağım yazının başlığı kafamda oluşmuştu: Ak Parti'yi kim aklayacak? Yazı masasına oturduğum şu sırada henüz durum belli olmadığından, sağlıklı siyasetin şartları üzerine bir nutuk çekeceğim ben de.

Ak Parti iktidarı, iç içe iki krizden doğdu. Birincisi, 30 yıllık mazisiyle Millî Nizam-Selamet-Refah-Fazilet hareketinin "özerklik krizi" idi. Bu siyasî hareket, her tür örgütlenmenin birinci evresinde mutlaka karşılaşılan liderlik krizini çok başarılı biçimde atlattığı için, lider ve yakın çevresinde olağanüstü bir güç birikti. Bu güç sistemli biçimde aşağı katlara doğru dağıtılamadığı için, özerklik özlemi içindeki 'asîler' günün birinde ayaklanıp kendi örgütlerini kurdular. Çarşamba'dan sonra Perşembe'nin gelişi kadar doğal bir gelişmeydi bu.

Asiler kendi örgütlerini kurdular ama, esasta başa dönülmüş oldu: şimdi onları ilk doğal kriz olan "liderlik krizi" bekliyor. Liderliğin özü, topluluğun vicdanı olmaktır. Lider, 'adamlarına' söz geçiren kişi değil, takipçilerinin ortak ideallerini en iyi yansıtan kişidir. Örgütün bütün gücü bu yansıtmada yatmaktadır. Ak Parti iktidarına yol açan ikinci krizi irdelerken bunu örneklendirmeye çalışacağım.

Ak Parti'yi iktidara taşıyan ikinci kriz, kaptansız devlet gemisinin sorumsuz büyük sermaye tarafından kayalık istikamete yönlendirildiği 28 Şubat krizidir. Hiçbir siyasi veya sosyal gelişmeyi bir tek faktörle açıklayamazsak da, 28 Şubat müdahalesinin başlıca sorumlusunun sorumsuz 'büyük' sermaye çevreleri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çığ gibi büyüyen iç borçlar karşısında reel faizlerin yüzde 30-40'lara ulaştığı bir dönemde iktidar ortağı olan Refah Partisi, kendine adeta temel misyon olarak faizcilikle savaşı seçmişti. Sadece dînî bir hassasiyeti değil, son derece ileri bir ekonomik rasyonaliteyi de yansıtan bu tercih, üretimi bırakıp faizciliğe alışmış bir sermaye zümresinin işine gelemezdi. Hemen sözde işçi temsilcilerini bile ayartıp, dört bir koldan saldırıya geçtiler. Sonuç? Beş yıl içinde iç borçlar beşe katlandı, reel faizler hâlâ yüzde 40, gemi karaya oturdu oturacak!

3 Kasım 2002'de millet Ak Parti'ye gel demedi, 28 Şubat'a git dedi. Ak Parti sözcüleri seçim kampanyasında sadece dürüstlüklerini koz olarak ileri sürdüler; başka hiçbir konuda mevcut partilerden farklı olduklarını söylemediler. Farklılık iddiaları olmadığı gibi, bunu çağrıştıran ifadeleri bile iftira saydılar. Üç ayda 'değiştiler' ve iddiasızlığa rağmen (yahut o yüzden) oyların üçte birini, Meclis koltuklarının da üçte ikisini kazandılar. Kendi müspetleriyle değil, rakiplerinin menfileriyle tahta geçtiler. Şimdi, varsa, kendi müspetlerini ortaya koyma zamanıdır.

Lider, kollektif vicdanın sesidir

Liderlik ve ortak vicdan meselesine geri dönelim. Refahyol üzerindeki baskıların son derece şiddetlendiği ve "acaba Sayın Erbakan istifa edecek mi?" sorusunun sıkça sorulduğu günlerde bir Kayseri gezisine çıkmıştım. Konferanstan ve dualı bir "döviz büfesi açılışı"ndan sonra bir arkadaşın evine misafir olduk. Genişçe bir halka kuruldu ve "memleket meselelerini" konuşmaya başladık. Biraz sonra ortam gerildi. Hatırladığım kadarıyla hikâye etmeye çalışayım:

Efendim, Erbakan Hoca acaba ne düşünüyorlar? Başbakanlığı bırakacaklar mı, yoksa direnecekler mi?

Bilmem vallahi. Bilen olduğunu da zannetmiyorum.

Olur mu öyle şey? Meclis'te 160 milletvekilimiz yok mu?

Öyle ama, konuşabildiğim bir iki milletvekilinden hareketle söylüyorum, hiç kimse hiçbir şey bilmiyor. Her şey Hoca'nın kafasının içinde. Bekleyelim, görelim.

Peki ne yapıyor 160 milletvekili?

Nezaketsizlik saymazsanız, ot yoluyorlar.

Ortamı geren bu son sözlerim oldu. Beni "Müslüman entellerden farklı tahayyül ettiklerini, fakat bu değerlendirmem karşısında hayal kırıklığı yaşadıklarını" belirttiler. Ben de ev sahiplerimi daha fazla gücendirmemek için konuyu değiştirdim. Onlara şirketleşmekten, şirketleşen cemaatlerden filan söz ettim. Cemaatlerimiz niçin birleşmiyor sorusuna da her zamanki cevabımı yapıştırdım: "Kâr eden şirketler birleşmez. Zarar etmeye başlayınca birleşmeyi düşünür, beceremezler!"

Çeyrek saat geçmeden sevgili Nurettin Kaldırımcı teşrif etti. Refah Partisi Kayseri Milletvekili olan Prof. Kaldırımcı, dünyanın bütün ansiklopedilerinin "at" ve "gemi" maddelerini titizlikle okumuş olsa da, "ihtiras" maddesine göz atmadığı için yüzündeki sahici tebessümü kaybetmemiş ender siyasetçilerden biriydi (Kayserililer bu ifademi iltifat sayarlar mı, bilmem!). Nurettin Bey odaya girince, bakışlar ve tabiatıyla sorular ona yöneldi:

Hocam, Erbakan Hoca gelişmeler hakkında ne düşünüyor? Kararı nasıl olacak?

Valla bilmiyorum. Doğrusu ben de çok merak ediyorum.

Peki, partide bilen birileri yok mu? Toplanıp müzakere etmiyor musunuz? Baskılara direnecek misiniz, yoksa hükümeti bırakacak mısınız?

Konuşmasına konuşuyoruz da, Hocamızın fikri belli olmayınca, konuşmamız sonuç vermiyor.

Yani ot mu yoluyorsunuz?

Eh, öyle de denebilir.

İnanıyorum ki, eğer Sayın Erbakan'ın 'kafasındakiler' 160 kişinin akıl, gönül ve direncini yansıtıyor olsaydı, bugün 200 milyar dolar borç içinde yüzen bir ülkede yaşıyor olmazdık.

Devletin âli menfaatleri neyi gerektiriyor?

Usulden esasa geçelim. Günlerdir hepimize ABD şahinleri safında Müslüman dünyayla savaşa girmenin 'elim bir mecburiyet' olduğu telkin edilmeye çalışılıyor. Gerekçe: Türkiye hem malî, hem askerî bakımlardan ABD'ye bağımlı durumdadır. Amerikalılar istese bir günde ekonomimizi batırırlar. Silah ve diğer araç-gereçlerimiz büyük ölçüde Amerikan etiketlidir. Bu durumda Amerikan taleplerini nasıl geri çevirebiliriz?

1-ABD ile Amerikan şahinleri aynı gerçekliğe tekabül etmiyor. Dünyayı ateşe vermeye çalışanlar, çoğunlukla miadı dolmuş moronlardır. Bunların şaibeli bir seçimle ABD'de oluşmuş bir iktidara (İsrail'in muhtemel desteğiyle) yön veriyor olmaları, dünya sisteminin en güçlü odağı oldukları anlamına gelmez.

2-Amerikan borsası Bush döneminde ciddi bir düşüşe geçmiş, 11.000'in üzerindeki Dow Jones endeksi 8.000'in altına inmiştir. Clinton döneminde büyük fazlalar veren bütçe, açık vermeye başlamıştır. Bunun toplumsal yansımaları 11 Eylül hamaseti ile perdelenmeye çalışılsa da, yapılacak ilk normal seçimde oğul Bush babasının akıbetinden kurtulamayacaktır.

3-Türkiye'nin özellikle silah ve mühimmat bakımından dışa bağımlılığı, toplum/devlet sistemimizin belki de en temel zaafıdır. Devleti hükümetlerden farklı (ve onların üzerinde) dokunulmaz bir varlık sayanlar, bu hilkat garibesinin kendi güvenliğini niçin yabancılara bu denli havale etmiş olduğunu sormazlar mı hiç? Türkiye'nin en büyük sermaye odağı haline gelmiş olan OYAK'ın sigortacılıktan, tüketim maddeleri dağıtımcılığından daha önemli (ve kazançlı!) faaliyetleri olamaz mı? Kırk yıldır askerî ihalelerin çoğunu 'kazanan' büyük sermaye gruplarımız niçin savunma sanayiine hiç yatırım yapmazlar? Yapmıyor veya yapamıyorlarsa, bunun hesabı niçin sorulmaz?

4-Amerikan şahinleriyle ittifak, Ortadoğu'nun yeniden tanziminde bütün kozları ABD ve İsrail'e devretmek değil midir? Türkiye madem bu ittifakı 'korku' esasına dayandırıyor, o halde 'müttefiklerin' başkalarına dağıttıkları mavi boncukların hesabını kim sorabilecektir? Yazılı veya şifahi olarak verilen sözlerin gerçekleşmemesi durumunda, yaptırım mercii neresi olacaktır?

5-Türkiye bu kararıyla BM ve 'uluslararası hukuk' nezdinde suçlu durumuna düşmeyecek midir? ABD suçlu da olsa, büyük sinek mevkiinde olduğundan ağları delip geçer. Türkiye zayıf kanatlarıyla uluslararası hukuk ağına takılıp kalmayacak mıdır? Amerikalı dostlarımız liderlerimize bu hususta acaba hangi teminatları sundular?

6-Milletlerin hayatında kısa vadeli şipşak çözümler, orta ve uzun vadeli derin problemlerin kaynağıdırlar. Pragmatizm, henüz kabile asabiyeti aşamasındaki Iraklı 'muhalif gruplar' için cazip gözükebilir; güngörmüş Türk devleti içinse uçuruma açılan kapıdır. Şiarımız, yüz yıldır tanımlanamayan muğlak bir Türklüğe yontan pragmatizm değil, bölgeyi kucaklayan, tarih ve din temelli bir idealizm olmalıdır.

7-Yediyüz yıl önceki 'Ortadoğu'da, Osmanlılar'ı bütün diğer beylik ve hükümdarlıklardan ayıran vasıf, Müslümanlar'la çekişmelerinde Avrupalılar'la işbirliği yapmamalarıdır. Menteşe Beyliği'nden Safevîler'e kadar büyük küçük bütün siyasalar, Osmanlılar'a karşı Venedik, Portekiz ve diğer Avrupa devletleriyle ittifak ettikleri halde; Osmanlılar bu yolu seçmemiş ve 'gâvur siyasetinin' aleti olmamışlardır. Yabancıdan medet umanlar değil, toprağa inancı ve yüreğiyle basanlar uzun yaşarlar.


2 Mart 2003
Pazar
 
MUSTAFA ÖZEL


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED