T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 2 HAZİRAN 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


150 YILDIR AYNI TEZGÂH! YETER ARTIK!

Bugün düşünce gündemimize, "bu kadarına da pes doğrusu; yeter artık" dedirtecek güzel bir metin alıyoruz: Yılların araştırmacısı, fikir adamı ve hikâyecisi Mehmet Akif Ak, modernleşme (feleğini, yolunu ve yönünü şaşırma) tarihimize damgasını vuran, siyasî entrikaların, cinayetlerin ve komploların ilk sarsıcı örneklerinden birini, Kuleli Vak'ası'nı; hazırlanışı, uygulanışı, tezgâhçıların yargılanışı, alınan önlemler ve "kahraman"larıyla birlikte bir film çeker gibi kare kare gözlerimizin önüne getiriyor: Akif Ak'ın yazısını okuyunca küçük dilinizi yutar gibi olacaksınız: 150 yıl önce de, aynı tezgâh, aynı tezgâhtarlar, aynı gerekçeler, aynı "oyuncu"lar, bu milletin adeta canına okumak için "iş başı" yapmışlar!

Mehmet Akif Ak, bu zihin açıcı yazısında, ne zaman ki, sağlam bir şekilde bastığımız zemin "birden bire" ayağımızın altından kayıp gitti, işte o zaman, o gün bugündür, hep kaygan zeminlerde kaymakla, maskeli balolarda kaybolup gitmekle meşgulüz, diyor bize. Büyük medeniyet iddiası, rüyası, hayali yerle bir olmuş bir millet, kaygan zeminlerde patinaj yapmayıp da ne yapacaktı ki?

Ama artık yeter! Düştüğümüz yerden kalkmanın ve emin adımlarla uzun bir yolculuğa çıkmaya hüküm giymenin zamanıdır. Artık, ders alma ve toparlanma vaktidir. Akif Ak'ın Kuleli Vak'ası hatırlatması ve analizi, bu açıdan oldukça önemli.

  • (YUSUF KAPLAN)


    Kuleli Vak'ası'na bakarak Danıştay baskını'nı 'çözmek'

    Hükümete karşı düzenlenen siyasi komplolar dünden bugüne hiç değişmedi. 150 yıldır düzenlenen bu siyasi komploların amaçları da kullanılan araçlar da insanı hayrette bırakacak kadar birbirine benziyor.

      MEHMET AKİF AK(*)
    Bu ülke, 1859'dan 2006'ya kadar geçen tam 147 yıllık süre boyunca sürekli olarak siyasî komplolara maruz kalıyor: 1859 Kuleli Vak'ası, 1876'da Sultan Abdülaziz'in saltanattan azli, Ali Suavi Vak'ası, 1909'daki 31 Mart Vak'ası ve Sultan Abdülhamit'in hal'i, İttihatçılar'ın Bâb-ı âli Baskını, İzmir Suikastı, 1960, 1971, 1980 ihtilalleri, 28 Şubat ve son olarak Danıştay Baskını.

    Gerekçeleri ne olursa olsun, bu siyasî komplolarının hemen hepsinin de amacı aynı ve kullandığı araçlar da insanı hayrette bırakacak ölçüde birbirine benzer. Aşağıda Kuleli Vak'asının çok kısa bir özetini ve analizini sunacağız. Okuyucular, tarihimizin bu ilk siyasi komplo ve darbe girişimiyle 28 Şubat ve Danıştay Baskını arasındaki benzerliği şaşkınlıkla göreceklerdir. Şüphesiz, "normal şartlar altında", tarih de tekerrür etmez; ama bizim gibi sarsıcı tarihsel ameliyatlara, jakoben müdahalelere maruz kalan, anormal şartlarda yaşamaya mahkûm edilen ülkelerde tarih, galiba, sık sık tekerrür ediyor, ne yazık ki.

    İLK KOMPLO: KULELİ VAK'ASI

    Komplonun bahanelerini, 1856 Islahat Fermanı'nın, siyasî ve toplumsal yapıda meydana getirdiği sarsıntılarda bulabiliriz. Türkiye'nin siyasi, idari, hukuki sistemini büyük ölçüde Avrupa'yla eşitlemeyi hedef almış büyük çaplı reformların hasıl ettiği rahatsızlıkların oluşturduğu muhalefet, sonunda Kuleli Vak'ası diye bilinen 1859 komplosuna zemin hazırladı. 1856 Fermanı'nın ilanı, birkaç gün sonra Paris Konferansı'nda Türkiye'nin Avrupa Devletler Topluluğu'nun eşit bir üyesi olmasına kapı açmıştı; ama aynı zamanda, iç kargaşanın da fitilini ateşlemişti. Tarihimizdeki bu komplo, meşrutiyet yönetimi getirmeyi amaçlayan ilk ayaklanma şeklinde yorumlanmıştır. Komplocuların bir kısmı Bati fikirlerine bulaşmıştı belki ama, büyük bölümünün bulaşmadığına da kuşku yoktu. Komplocuların temel "motif"i, 1856 ile doruğa çıkmış Batılılaşma teşebbüslerine karşı çıkmaktı. Fakat somut olarak hükümete karşı duydukları rahatsızlığın birden çok sebebi vardı: Sultan Abdülmecit'in müsrifçe harcamaları, ordu mensuplarının maaşlarının ödenmemesi, genel olarak güç durumdaki ekonomik ve mâlî tablo, galata bankerlerinin devletten olan alacakları konusunda korkuya kapılmaları gibi.

    Ancak bütün bu hoşnutsuzluklar, ortaya başka kılıklara bürünerek çıkıyordu: Şeriatın savunulması, gayri-müslim Osmanlı vatandaşlarına eşitlik tanıyıp ayrıcalıklar getiren kanun değişikliklerine kabaran kızgınlık ve bu kanun değişikliklerinin arkasındaki Avrupa baskılarına duyulan öfke.Avrupa devletleriyle çok sıkı ilişki içindeki bazı kişi ve kuruluşlar, sivil oluşumlar, 1856 Hatt-ı Hümayunu'nun kopyalarını basıp dağıtarak, Osmanlı Hıristiyanlarının, hayatlarında fiilen gerçekleşebilecek iyileşmeler konusunda beklentiye girmelerine, sebebiyet vermişlerdi.

    "TEZGÂHTAR"LAR, YİNE AYNI

    Komplonun önderi, bu doğrultudaki duygu ve düşüncelerini Beyazid Camii'ne bağlı medresedeki vaazlarında açıktan açığa dile getiren Şeyh Ahmet'ti. Şeyh Ahmet, 1839 ve 1856 büyük reform fermanlarını, Hıristiyanlara Müslümanlarla eşit haklar tanıdıkları için Müslüman hukukunun ihlal edilmesi olarak değerlendirdiğini söylüyordu. Sorgulamalar, sonunda, Şeyh Ahmet'in aslında bir gizli komplo örgütünün lideri olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştı. Ama bu örgütün adı tespit edilememişti; gizli örgütün adı farklı tarihçilere göre "Muhafaza-i Şeriat" veya "Fedailer Cemiyeti" idi. Örgütün lider kadrosu ve kurucuları şu kişilerdi: Çerkez Hüseyin Daim Paşa, Arnavut Cafer Dem Paşa, Tophane Müftüsü Bekir Efendi, Kütahyalı Şeyh İsmail, Hoca Nasuh Efendi, Tophane-i Amire Ketebesinden Arif (Didon Arif) Bey, Tophane Mızıka Başçavuşu Erzurumlu Mehmed, İmâlat Meclisi azasından Binbaşı Rasim, Hezergradlı Şeyh Feyzullah Efendi, Kütahyalı Şeyh İsmail. Bu örgütlenme, Fransız ihtilali ile Avrupa'da ortaya çıkan benzeri gizli örgütlenmelerin Türkiye'deki ilk örneğidir. Hezergradlı Şeyh Feyzullah Efendi'nin, bin sekiz yüz, Kütahyalı Şeyh İsmail'in de altı yüz kadar müridini isyan sırasında cemiyetin emrine tahsis edeceğini taahhüt etmiş olması, örgütlenmenin ne denli güçlü olduğunu göstermektedir. Cemiyetin ortaya çıkarılışı, Mirliva Hasan Paşa'nın olayı hükümete ihbar etmesiyle gerçekleşti.Cemiyet üyelerinin büyük kısmı 17 Safer 1276 Perşembe (12 Eylül 1859) günü Kılıç Ali Paşa Camii'nde Hasan Paşa tarafından düzenlenen toplantıdayken baskınla yakalandılar. Olay, Ceride-i Havadis gazetesinin 24 Safer 1276 (13 Eylül 1859) tarihli ve 953 sayılı nüshasına, " ... İhlali asayiş niyeti fasidesiyle (asayişi ve istikrarı bozmak amacıyla) bazı sebükmegzanın (dangalakların, haytaların) bir cemiyet teşkilini murad eyledikleri haber alınarak buna mütecasir olan kırk kadar eşhas derhal ahz ü girift olunup (yakalanıp) ve Kuleli kışlasında hapsolunmuş" şeklinde yansıdı.

    Tutuklanan cemiyet üyeleri yargılandı ve bu yargılanma neticesinde Şeyh Ahmed, Hüseyin Daim Paşa, Arif ve Rasim Beylerle Cafer Dem Paşa idama mahkum edildiler. Cafer Dem Paşa Kuleli Kışlası'na sevk edilirken denize atlayarak intihar etti. Diğer suçlular ise kürek, kalebendlik ve sürgün cezalarına çarptırılmıştır. Ancak Sultan Abdülmecid idam cezasını müebbet kürek ve kalebendliğe çevirmiştir. Arşiv vesikalarında cemiyetin gayesi, resmi kayıtlara, "halkı ve askeri, saltanat-ı seniyye aleyhine kaldırarak heyet-i devleti tağyir ile usul ve kavanini bozmak," şeklinde geçtiğini belirtmektedir.

    Komploya, subaylar ve başka kişilerin yanı sıra, özellikle medrese öğrencileri dahil çok sayıda ULEMA (üniversite hocası) karışmıştı. Bu insanlar Şeyh Ahmet'i destekleme ve kendilerini feda etme yemini etmişlerdi.

    AMAÇ, HÜKÜMET'TEN KURTULMAKTI!

    Bu genellemelerin ötesinde, şu anki bilgilerimizle, komplonun ideolojisi hakkında daha net şeyler söylemek mümkün görünmüyor. Üstelik komploculardan bir bölümünün düşüncelerinde var olan belirsizlikler hiçbir kesin formülasyon ortaya atılamayacağını akla getiriyor. Onların asıl amaçlan, Sultan Abdülmecit'ten ve hükümetten kurtulmak ve Abdülaziz'i tahta çıkarmaktı. Bununla birlikte, Abdülaziz'in komployla herhangi bir ilişkisi yoktu.Komploya katılanların tutuklanma haberleri, İstanbul'da ufukta bir Hıristiyan katliamının göründüğü, komploya 5-14 bin kadar askerin karıştığı, komplocuların aslında imparatorlukta Batılılaşma çabalarının arttırılması gibi bir sonuca ulaşmak istedikleri seklinde bir birine zıt senaryoları körükledi; ortalık komplo senaryolarıyla doldu taştı. Eğer isyan gerçekleşmiş ve bir ayaklanma başlamış olsaydı, tutuklananların açıklamalarına göre çok daha fazla kişi isyanı desteklemeye hazırdı. Çok sayıda şeyh, birkaç bin mürit isyana yardımı vaat etmişti ve asker toplamaları ihtimali de söz konusuydu. Başkentteki kamuoyunun büyük bölümü de komplocuları desteklemiş görünüyor. Olaydan bir süre sonra tutuklamalar engellenmiş, tutuklanmayan medrese öğrencileriyse Müslüman halka, din ve millet aşkına Kuleli'deki tutuklu askerlerini kurtarma çağrısı yapan afişler asmışlardı. Âli Paşa idaresi, bir yandan olayı önemsememeye ve bir avuç huzursuz Çerkez ve Kürt'ün eylemi olarak geçiştirmeye çalışırken, öbür yandan içlerinden pek çoğunu taşraya yollayarak payitahttaki medrese öğrencilerinin sayısını sınırlayacak önlemler almıştı; ayrıca, profesyonel din adamlarının nüfuzunu dizginlesin diye camilerin ve derviş tekkelerinin mülklerine vergi konmuştu.

    Bunun yanında, Bâb-ı Âli, payitahttaki askeri garnizonda bulunan askerlerin üç aydır ödenmemiş maaşlarını hemen dağıttı. Tutuklamalar sonucunda komplo bozguna uğradı. Böylece başarısız kalmış bu Kuleli Komplo'su, arkasında sadece kötü bir gelenek ve ilerisi için kötü bir örnek bırakmış oldu.

    "ARTIK YETER!" DİYEBİLMELİ

    Ancak bu, parlamenter ya da meşruti yönetim adına isyan etmenin örneği değil, hükümeti devirecek ve oldukça yaygın halk desteğine dayanan bir komplonun ilk örneğiydi. Bu niteliğiyle 1859 komplosu, 1867'deki başarısız Yeni Osmanlı yapılanmasına ve 1876'daki "başarılı" darbeye emsal oluşturmuştur. Bu üç örnekte de hükümet-karşıtı duygular bir ölçüde tutucu ve İslami nitelik taşımakla birlikte, 1859 komplosu ile daha sonraki iki olay arasında doğrudan hiçbir bağ yoktur. Ancak ülkemizdeki komplo geleneğinin iktidarı devirme ortak amacıyla bugünlere kadar tekrarlanarak geldiği açıktır. 150 yıl önceki komplolarla bugünküler arasındaki benzerlikler gerçekten çok şaşırtıcı ve oldukça düşündürücü: Şeyhler, paşalar, bürokratlar, üniversite hocaları, devletin yüksek katına kadar çıkmış insanlar ve bu koalisyonda her zaman "tam tekmil" yer almış "andıç" medyası, bin bir tuhaf bahanenin ardına saklanarak, asıl amaçlarını gizleyerek, iktidarı devirme amacıyla komplolar tezgâhlıyorlar. Bize, üzülerek, "ibret ve ders alınsaydı, hiç tekerrür eder miydi tarih?" diye sormak düşüyor. Umarız, bir gün, artık gerekli ibretleri ve dersleri aldığımız günleri de görürüz. O bir gün, neden bugün olmasın ki? Yetmez mi artık?

    *Hikâyeci-yazar

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi