T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 17 MART 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

Taviani Kardeşler'den yediğimiz acı gol

Kırk yıl düşünsem, günün birinde içinde Taviani Kardeşler'in adları geçen böyle bir yazı yazacağım aklıma gelmezdi. Ama demek ki insan hayatta her şeyi görüyormuş. Sinema, çağımızda gitgide "sanat" kimliğinden uzaklaşıp (daha doğrusu uzaklaştırılıp) onun propaganda alanındaki benzersiz gücünün farkına varmış çeşitli cepheler tarafından alabildiğine siyasallaştırıldıkça, böyle manzaralarla daha pek çok defa karşılaşacağımız kesin...

1950'lerden 2000'lere uzanan yarım yüzyıllık pırıltılı sinema kariyerlerinde, başta "Babam ve Ustam" olmak üzere bizlere beyazperdeyi sevdiren nice filmler armağan etmiş olan dünyaca ünlü bu İtalyan yönetmen biraderler, (Büyük olanı Vittorio 77, küçüğü Paolo ise 75 yaşında) yakın zamanda Avrupa Sinema Birliği Eurimages'ın destek fonuna başvurarak yeni bir proje için maddî yardım istediler. Yetkililerin önüne koydukları senaryo ise Ermeni asıllı İtalyan yazar Antonia Arslan'ın "Aynı" adlı kitabından uyarlanmış. "Tarla Kuşlu Ev" adını taşıyan öykü, beklendiği üzere başından sonuna kadar Türklere yönelik inanılmaz aşağılamalarla dolu. Öyle ki Eurimages Türkiye temsilcisi dostum İhsan Kabil sayesinde göz atma imkânı bulduğum sinopsisinde bir Türk subayına "eşek" isminin verildiğini hayretler içinde gördüm. Bir Türk'ün isminin "eşek" olması görülmüş şey midir? Eğer senaryoyu yazan Türklere karşı nefret dolu bir Ermeni militanı ise her türlü saçmalık da bal gibi mümkün olur. Ermeni diasporası için esas olan tarihsel, bilimsel ya da kültürel gerçeklere sadâkat değil, mümkün olan her yolla propaganda yapabilmektir çünkü...

Eurimages'daki iki temsilcimiz İhsan Kabil ve Ahmet Boyacıoğlu, bu sevimsiz gelişmeyi haber alır almaz geçtiğimiz haftalarda derhal Strasbourg'a hareket ettiler ve filme yönelik maddî desteğin önünü kesebilmek için ellerinden gelen en son noktaya kadar mücadele ettiler. Ancak, dürüst olmak gerekirse, Eurimages gibi bir kurumun dünya çapında ün yapmış bu iki yönetmene, bütün o "Avrupalı sanatçı" kimliklerine karşın sırf Türkiye'yi üzmemek adına destek vermeyi reddetmemesi çok zor, hattâ imkânsızdı. Nitekim, Kabil ve Boyacıoğlu'nun saatler süren gerilimli toplantılarda yaptıkları bütün o itirazlar gayet pişkin tavırlarla reddedildi. Bu görüşmelerde Eurimages yetkililerinin sergiledikleri "Olay bizim açımızdan bitmiştir. Hiç boşuna çırpınmayın, bu film çekilecek" tavrını Strasbourg'dan son derece moralsiz bir şekilde dönen Kabil'den bizzat dinledim. Evet, parayı isteyen Taviani Kardeşler olunca bizim iki temsilcimizin hem yazılı hem de sözlü olarak yaptıkları bütün o mücadele, komisyondaki adamların kulağına can sıkıcı bir parazit ses gibi gelmişti.

İtalyan sinema ustaları da Eurimages'a böyle bir başvuru yaptıklarında reddedil(e)meyeceklerinin o kadar farkındalar ki daha geçtiğimiz yılın Temmuz ayında İtalya'da "yaşam boyu başarı ödülü" aldıkları bir törende, "bir sonraki filmlerinin Ermeni soykırımıyla ilgili olacağını" alenen açıklamışlardı. Yani, bu iş daha geçen yıl pişmiş de geriye bir tek servislenmesi kalmış.

Sonuçta Taviani'ler 600 bin Euro yardımı tereyağından kıl çeker gibi aldı almasına ama, eylemlerinde devamlılığı esas alan ciddi bir devlet için bu noktadan sonra da yapılabilecek daha yığınla şey var. Nitekim, bunun bilincindeki temsilcilerimiz Strasbourg'dan döner dönmez konuyla ilgili ayrıntılı bir rapor hazırlayarak Kültür ve Turizm Bakanlığı'na sundular. Ayrıca şu sıralarda önlerine çıkan bütün yetkilileri de yaklaşan tehlikenin büyüklüğü karşısında uyarmakla meşgûller.

Gerçekten de konusu bütünüyle Türklerin Ermenileri "çatır çatır kesmesi" üzerine kurulmuş ve altında yönetmen olarak Taviani Kardeşler'in imzası bulunan bir filmin gerek Avrupa'da gerekse dünya ölçeğinde yapacağı etkiyi düşünmek bile istemiyorum. Resmen ikinci bir "Geceyarısı Ekspresi" vak'ası geliyor. Hattâ, bu sonuncusunun yönetmenlerinin saygınlık düzeyi öncekiyle kıyaslanacak olursa, çok daha büyük bir "karşı propaganda felaketi" olacak böyle bir film. Ondan sonra da ayıkla pirincin taşını; belki 2050 yılına kadar dünyaya "eli kanlı katiller olmadığımızı, vatan hainleri karşısında yurdumuzu savunduğumuzu" anlatmak için beyhude yere çırpınıp duracağız.

İşin en dehşetengiz yönüyse Eurimages'ın önde gelen üyeleri arasında yer alan Türkiye'nin bu fonu 1990'ların başlarından beri her yıl ortalama 1 milyon Euro aidat ödemek suretiyle destekliyor oluşu. Yani, böyle bir film aslında yine -büyük ölçüde- Türkiye'nin öz kaynaklarıyla finanse edilmiş olacak!

Her ne olursa olsun, şu dakikadan sonra konuyla ilgili herkes yazarıyla çizeriyle tetikte olmak durumunda. Çünkü pek yakında ikinci bir "Geceyarısı Ekspresi", ya da daha doğru bir örneklemeyle ikinci bir "Ararat" rezaleti yaşayacağız. Biri 1978'de diğeri ise 2002'de çekilen Türkiye aleyhtarı bu iki film öylesine abartılı bir ırkçı tutum izliyordu ki bereket versin dünyada belli bir entelektüel kesim Alan Parker'ın da Atom Egoyan'ın da hezeyanlarını tam olarak benimsemedi. Bu filmleri peşinen beğenenler olduğu gibi ırkçı tavırlarını kıyasıya eleştiren batılı ve doğulu sağduyu sahibi düşünce insanları da çıktı. Ancak, tecrübeli Taviani'ler bu alandaki öncülleri gibi yaş tahtaya basmayacaklardır. Karşımıza muhtemelen 1915'de yaşananları büyük bir ustalıkla tersyüz etmiş, son derece trajik, "tarihin tartışılmaz gerçeklerini" anlatan edâda bir "nefret başyapıtı" çıkacak ve bu film de sırf yönetmenlerinin imzası nedeniyle önümüzdeki bir kaç yıl boyunca ardarda uluslar arası ödüllere boğulacak. Şimdiden garanti veriyorum ki jeneriğinde Taviani Kardeşler yazan böyle bir filmin "en iyi yabancı film Oscar'ı" çantada kekliktir.

Bu noktadan sonra siyasî iradeye büyük bir sorumluluk düşüyor. Olay artık Eurimages'ı ya da Türkiye ile İtalya arasındaki bir kaç alt düzeyli bürokratın karşılıklı yazışmasını çoktan aşmış durumda. İtalya'da Taviani Kardeşler'e böylesine nefret dolu bir filmi çekmeye kalkıştıkları için posta koyabilecek adam sayısı bir kaç düzineyi geçmez. Belki de yapılacak en doğru iş, Başbakan Erdoğan'ın kişisel dostluklarını da kullanarak olayı İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi'ye kadar götürmesi, Türkiye'nin, İtalyan sinemasının bu iki saygın ustasının eliyle böylesine ölümcül bir yara almasının ülkeler arasındaki ilişkilerde yol açacağı tahribatı üslûbunca aktarması...

* * *

Bundan haftalar önce, 9 Aralık 2005 Cuma günü bu köşede "Sol İttifak'ın Kabil ve Boyacıoğlu'nu Yeme Çabaları" başlıklı bir yazı kaleme almış ve kendilerini 1923'den beri memleketimizin tapulu sahipleri sanan jakoben sol kitlenin Eurimages'daki bu iki gayretli, yurtsever, donanımlı insanı nasıl da harcamaya çalıştıklarını uzun uzadıya anlatmıştım. Jakobenlerin tek bir derdi vardı; o da tam 15 yıl boyunca Eurimages'daki temsilcilik koltuğunda oturan ve artık o koltukla "yekpare" hâle gelmeye başlamışken geçen yaz Kültür Bakanı Atilla Koç tarafından müthiş isabetli bir kararla görevden alınan Faruk Günaltay'ı yeniden oraya oturtmak... Bu yüzden de gözlerini öylesine bir öfke ve nefret bürümüş durumda ki Günaltay'ın yerine getirilen kişiler kimlerdir, bunların sinema konusundaki donanımları ve eğitim durumları nedir, merak ettikleri dahi yok.

Karşı taraf, Eurimages gibi yıllardır Kürtçü-solcu filmlere, ya da hiç olmazsa Türk kültürüne bir tarafından ne yapıp edip "değdiren" projelere destek pompalayıp duran önemli bir kaleyi kaybetmiş olmanın hazımsızlığıyla, malûm savaşı Günaltay'ın görevden alındığı tarihten bu yana elinden gelen her yolla sürdürüyor. Üstelik tartışmayı çoğu kez yalanlarla dolu çirkef bir noktaya da çekerek...

Hürriyet yazarı Yalçın Doğan da 3 Mart 2006 Cuma günkü köşesinde "Soykırım Filmine Türk Parası" başlığı altında yukarıda anlattığım Ermeni soykırımı projesine değinir gibi yaparken, gerçekte köşesini ağırlıklı olarak Kabil ve Boyacıoğlu'nu aşağılamaya harcamış. Yazının neredeyse her satırı bu iki değerli sinema insanıyla ilgili yanlışlarla (edebimden dolayı "yalanlarla" demiyorum) dolu. Öyle ki beyefendi, düzenli olarak Strasbourg'daki komisyon toplantılarına katılan iki yetkilinin İngilizce bile konuşamadığını ileri sürüyor. Doğan'ın öfke ve nefret dolu yazısını okuyan sıradan bir okur, bu iki ismin, özellikle de dostum Kabil'in sinema konusunda "sarı çizmeli Memet Ağa" falan olduğunu sanır. Eski yazıma göz atanların da hatırlayacağı gibi, Kabil de Boyacıoğlu da bu ülkede sinema adına hem teorik hem de pratik düzlemde sayısız hizmetleri olmuş iki seçkin isim. Üstelik de bunlardan ikincisinin -Doğan'ın sırf aşağılayıcı bir ifade kullanmak niyetiyle seçtiği "dini bütün kardeşimiz" nitelemesinin tam aksine- sinema camiasında "muhafazakâr" bir kimliği bile yok, adam düpedüz sol görüşlü. Ama Strasbourg'a giderken diğer temsilci İhsan Kabil ile aynı uçağa biniyorlar ya, bu onun adının çizilmesi için de yetip artacak sağlamlıkta bir gerekçe. Bu arada, "sinemadan zerre kadar anlamayan" Kabil'in Boğaziçi Üniversitesi mezunu olduğunu, ABD-Ohio Üniversitesi'nden sinema alanında yükseklisans derecesi aldığını, anadili düzeyinde İngilizce bildiğini, sinema alanında yayınlanmış kitapları bulunduğunu, halen çeşitli eğitim kurumlarında sinema teorisi üzerine dersler verdiğini, şimdiye dek yine bu konuda sayılamayacak kadar çok makale yayımlayıp yüzlerce televizyon programı yaptığını da son bir not olarak ekleyiverelim. Diğer "dini bütün kardeş" Boyacıoğlu ise Ankara Sinematek Derneği'nin kurucusu ve Avrupa Gezici Filmler Festivali'nin 12 yıllık yöneticisidir.

Allah'ım, şu solculara en azından bir kuş kadar akıl ve fikir ver Ya Rabbi... Tamam çok istiyorlarsa sonsuza kadar solcu kalsınlar, ama en azından artık doğru bilgiye dayalı, nesnel tartışmalar yapabilecek kadar olgunlaşsınlar! Bu arada, kendileri gibi düşünmeyen düşünce insanlarına karşı biraz daha saygılı olmayı öğrensinler.

Farkındayım, çok şey istedim. Ama ne yaparsınız; gönül bu, istiyor işte!


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi