T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 12 MAYIS 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

Ne varsa TRT'de var...

Özel televizyonların her geçen gün giderek daha fazla zıvanadan çıktıklarını gördükçe, TRT'nin bu ülkede bir "seçenek" değil, gözümüz gibi sakınmamız gereken bir "sığınak" olduğunu şimdilerde çok daha iyi kavrıyorum.

TRT dışındaki diğer özel kanallara şöyle alıcı gözüyle bir bakın... Bu kuruluşların, ülkenin kültür ve sanat hayatına destek olmak adına ürettikleri bir tek nitelikli drama ya da belgesel yok ortada. Varsa yoksa sansasyon, kavga ve rezillik...

TRT ise uzun yıllardır olduğu gibi, kendi doğruları içinde kültür ve sanatı yücelten yayınlarını sürdürüyor. Böylesine stratejik öneme sahip bir kurumun Sayın Cumhurbaşkanı'nın -Ak Parti iktidarından gelen hemen her teklifte sergilediği üzere- bitmez tükenmez siyasal çekinceleriyle aylar boyunca başsız bırakılması ise tam bir felaket. Halen vekaletle yönetilen TRT'ye yakın bir zamanda (her kim olursa olsun) mutlaka yetkin ve kalıcı bir genel müdür atanması, bu yöneticinin de kuruma en az on yıllık yepyeni bir vizyon getirmesi şart.

O TRT ki 1970'lerde Halit Refiğ'in "Aşk-ı Memnû"suyla, Metin Erksan'a çektirdiği seçme Türk hikâyeleriyle, 1980'lerde ise Feyzi Tuna'nın "Üç İstanbul"u, Yücel Çakmaklı'nın "Osmancık" ve "Küçük Ağa"sı, Ziya Öztan'ın "Kurtuluş" ve "Cumhuriyet"iyle nice unutulmaz prodüksiyonlara imza atmıştı. Oysa, 2000'lerde aynı kurumun Türk romanına ya da tarihine ilişkin henüz bu boyutlarda bir projesiyle karşılaşamadık.

Pekiyi, bu durgunluk niye?

TRT yönetimindeki -gitgide kronikleşen- boşluğun, bu makamı sırf bürokratik hiyerarşi gereği geçici olarak işgal edenlerin imzalarına belli bir çekingenlik getirdiğini tahmin etmek hiç de güç değil. Kimse, yarın kaldırılacağı bir koltukta dünya standartlarındaki iddialı bütçelere imza atmak istemiyor doğal olarak. Ancak bu durum böyle gitmez; psikopatlarla dolu mafya dizilerinin ya da Yunanlıları yere göğe sığdıramayan hastalıklı Kurtuluş Savaşı melodramlarının bizlere "büyük prodüksiyon" diye yutturulduğu bir süreçte, TRT'nin yeniden dizginleri eline alması ve Türk halkına gerçekten büyük ve gösterişli tarihsel yapımlar sunması gerekiyor. Tıpkı BBC'nin bir devlet televizyonu olarak, yıllardır İngiliz kültürünü ve tarihini bütün dünyaya allaya pullaya pazarladığı gibi, TRT de yeniden uluslararası pazarlarda satılabilecek çapta işler çıkarmaya başlamalı.

Bu tür büyük projelere girildiğinde, onları yönetecek kişilerin kimlikleri açısından da öyle abartılı bir milliyetçi tutum sergilemeye hiç gerek yok. İddialı epik dizilerde -gerekiyorsa- kalabalık setleri ve yüksek bütçeleri ustaca idare etmesini bilen dünyaca ünlü yönetmenlere teklif götürülmeli, yanlarındaki yardımcıları ise mutlaka Türk olmalı. Bu kişilerin yabancı meslektaşlarından, kurulacak olan o devâsâ setlerde öğrenecekleri her şey, sonradan Türk sinemasının geleceği adına çok ciddi birer kazanca dönüşecektir.

Mel Gibson 1995'de çektiği "Cesur Yürek"le, yüzyıllar önce yerel bazda faaliyet göstermiş kendi çapındaki İskoçyalı bir isyancıyı bütün dünyaya tanıttı ve hepimizi gözyaşlarına boğan evrensel bir kahramana dönüştürdü. Onun sayesinde bu dünyadan William Wallace adında bir garip âdemoğlunun gelip geçtiğini öğrendik. Ridley Scott 2004'de "Cennetin Krallığı"nı beyazperdeye uyarlamasaydı, batı ülkelerinde yaşayan milyonlarca seyirci Selahattin Eyyubî adında müthiş bir komutanın varlığından haberdar bile olmayacaktı.

Sinema ve televizyonun tarihi, kitlelerin hafızasına tarih derslerinin öğretemediklerini başarıyla kazıyan bunun gibi daha nice örnekle dolu...

"Büyük sinema" yapmak büyük para gerektiriyor; ama en azından hayâl kurmak hâlâ bedava. Ben de o yüzden sık sık Türk sinemasının geleceğine dair güzel hayâller kuruyorum.

Çaldıran Meydan Savaşı'nın en gerilimli anları... Yavuz'un zaferi çok yakın... Kılıcını sıyırıp son saldırıyı yapmaya niyetleniyor. Ekranda (ya da perdede) onu canlandıran kişi ise Robert DeNiro. Şah İsmail'i ise Murray Abraham oynamakta. İzleyiciler savaş sahnelerinin görkemiyle yerlerine çakılmış. Film dünyanın dört bir köşesinde oynuyor ve epik savaş yapıtları arasında giderek bir klasiğe dönüşüyor. Aynı şekilde, Türk'ün Türk'e tarihte attığı en büyük kazık olan Ankara Savaşı'nı anlatan bir başka filmde de Aksak Timur'u Gene Hackman canlandırırken karşısında ise Yıldırım Bayezit olarak belki de bir Fikret Kuşkan'ı görüyoruz. Daha nice hayâllerim var İstanbul'un fethi üzerine, Mohaç üzerine, Kurtuluş Savaşı üzerine...

Bu zalim hayat hayâllerime de gem vuracak değil ya, fırsat buldukça hayâl ediyorum işte.

Ancak, TRT'nin Türk kültürünü ve tarihini dünyaya taşıma konusundaki misyonu söz konusu olunca ne hayâllerden söz ediyorum, ne de şaka yapıyorum.

Yıllar süren bu can sıkıcı durgunluktan sonra, artık birşeyler yapmanızın zamanı geldi sevgili TRT'ciler...

Çünkü bu ülkede böylesi cesur projelere sizden başka hiç kimsenin el atacağı yok.

(Geçen hafta bu köşede yayımlanan 'Acilen kısa film akıncıları arıyorum' başlıklı yazımdan sonra yaşanan kimi olumlu gelişmeleri, bu haftaki sinema sayfamızda ayrıntılı olarak anlattım. Konuyla ilgilenen okurlarımız o yazıya da göz atabilirler.)


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi