T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 28 NİSAN 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Hayrettin KARAMAN

Laikçiler ve Dindarlar

Laikçiler dinin ortalarda görünmemesi ve zaman içinde ya yok olması veya insan hayatına olan etkisinin asgari düzeye inmesi için çalışırken dindarlar, gerektiğinde demokrasi ve din özgürlüğünden de yararlanarak inandıkları gibi yaşamayı talep ediyorlar. Bu talep iki şekilde tezahür ediyor: 1. Ülkenin hakim değeri İslam olsun, ona inanmayanlar da inandıkları gibi yaşasınlar, ama ayıplar ve günahlar -olacaksa- gizli, erdemler ve ibadetler açık olsun. Halk Müslüman kalarak çağdaşlaşsın; kendi medeniyetini bu çağın insanlığına bir imkan, bir fırsat olarak sunsun. 2. Çoğulcu bir toplum yapısı içinde -ki, bu verili durumdur, yaşanan vakıadır, hemen değiştirilmesi mümkün değildir- dileyen dilediği gibi yaşasın, şiddet ve başkalarının hak ve özgürlüklerine, açık ve kesin zarar verme sözkonusu olmadıkça din özgürlüğü kısıtlanmasın, dindarlar insan hak ve özgürlüklerinden mahrum kalmasınlar.

Müslümanlara ait bulunan bu iki talebin birincisi bir iman meselesi olarak devamlıdır; şuurlu bir Müslümanın başka türlü düşünmesi ve inanması mümkün değildir. Bu inanç ve dâvanın adı "İslamcılık" ise bütün dindar Müslümanlar İslamcıdır.

İkinci talep şart ve imkanlara bağlıdır (zaruret gereğidir). İslam müminleri, güçlerinin yetmediği bir talep ile baş başa bırakmaz, böyle bir talebi mecbur kılmaz. İslam "dini, aklı, malı, hayatı ve nesli" korumayı hedeflemiştir. Bu koruma talepleri arasında bir denge kurulmuştur. Ölülerin din ve medeniyetleri olamayacağına göre önce hayatın devam etmesi gerekir; ümmet (Müslümanların teşkil ettiği toplu veya dağınık kitle) hayatta kalmadıkça İslam da yaşamaz. Bu sebeple hayati zaruret sözkonusu olduğunda din (dinin emir ve yasakları) ertelenir. Hz. Peygamber (s.a.) Mekke döneminde hem ibadet hem de tebliğ (dini yayma) vazifelerini, hayatı koruma ilkesine riayet ederek yürütmüş, "gözlerimizi kapayalım, vazifemizi yapalım, ölürsek şehit, kalırsak gazi oluruz" dememiştir; imkanlar elvermediği sürece tebliği gizli olarak yapmış ve yaptırmıştır.

"Bu uygulama Mekke dönemine ait idi, sonra gelen emirlerle hüküm ve yükümlülük değişti" diyenler varsa da bu yorumun isabetli olmadığı açıktır ve "zarurete dayalı hüküm ve uygulama evrenseldir", değişmez.

Dindar Müslümanlar bir yandan inandıkları gibi yaşamak, diğer yandan çocuklarını Müslüman olarak yetiştirmek ve yakından uzağa bütün insanlara İslam'ı tebliğ etmekle yükümlü olduklarını bilirler; bu konuda bir tereddüt, meşru bir farklı yorum söz konusu olamaz, yapılırsa tutunamaz, genel kabul görmez.

Bu vazifenin yapılabileceği siyasi ve sosyal sistem İslam'a uygundur. Eğer laiklik ve benzeri dayatmalarla Müslümanlar bu kutsal ve değişmez vazifelerini yerine getiremiyorlarsa huzursuz olurlar, çare ve çıkış yolları ararlar. Zaruret icabı uyum göstermeleri, eksik vazife ve mahrumiyetlere katlanmaları geçici olur.

Çoğulculuk, demokrasi, laiklik, AB, ABD ve diğer ötekilerle işbirliği, İslam ülkeleri ile bütünleşme konusundaki gevşekliğin devam etmesi hep imkan ve şartlar gereği tahammül konusudur; meşhur deyişle ehven-i şerdir.

Şimdi bu kavramları İslam'a göre değerlendirelim.

Gelecek yazıda.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi