T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 17 ŞUBAT 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

Allah cezasını versin bu "reyting"in...

Artık hemen hemen hiç televizyon yayını izlemiyorum.

Bu cihaz benim için, ona bağlı bir DVD çalar ve video teyp ile birlikte, şimdilerde yalnızca önemli bir filmi kaydetme ya da izleme aracına dönüşmüş durumda. Fakat, son on-onbeş yıldır ekranları kaplayan yeni programcılık anlayışından aklımı ve gözlerimi ne kadar sakınırsam sakınayım, zaman zaman yine de kaza eseri olup bitenleri görme bahtsızlığını yaşamaktayım. Çünkü, hayatımızı sarıp sarmalayan böylesine yoğun bir tantanadan mutlak bir kaçış pek mümkün değil.

Bu yüzdendir ki televizyonlarda 2000'li yıllara damgasını vuran iğrenç yayıncılık anlayışına arada sırada da olsa dönüp baktıkça, gençliğimin 1980'lerini ve o yıllardaki TRT tekelini her geçen gün biraz daha fazla özler oldum.

Ağzımıza, "çok seslilik", "konuşma özgürlüğü", "demokrasi" diye diye bir parmak bal çaldılar; bunun karşılığında da dengesini seksen yıldır zaten tam anlamıyla bulamamış olan, her an "köylülüğe" doğru kayma eğilimindeki kırılgan beğeni düzeyimizi iyice zıvanadan çıkardılar.

Eski bir belgeselci olarak televizyon kanallarını açtığımda sinirimden çatır çatır çatlıyorum. Nerede, bundan yirmi yıl öncesinde TRT tarafından binbir emekle çekilmiş tek kanallı dönem belgeselleri? Nerede, şamatacılığı değil bilgiyi önceleyen "A'dan Z'ye" tarzı ciddi yarışma programları? Nerede sinema tarihinin birbirinden değerli, özellikle de siyah-beyaz dönemden kalma klasikleşmiş filmleri? Nerede Türk sinemasının dönüm noktalarını oluşturan başyapıtlar? Nerede Klasik Türk Müziği, Klasik Batı Müziği, bol darbuka tıngırtısıyla arabeskleştirilmemiş o saf Türk Halk Müziği?

TRT'den başka hiç bir yerde artık esamisi okunmuyor bu tür programların. Onlar da bu berbat gidiş karşısında, bir yandan kamu yayıncılığının getirdiği yasal sorumluluk, öte yandan da gitgide düşen reklâm gelirleri arasında sıkışmış bir vaziyette piyasa ekonomisinin acı gerçeklerine umutsuzca direniyorlar.

Türkiye'de bundan en fazla çeyrek yüzyıl önce "Suyla Gelen Kültür", "Karadeniz'den Çeşitlemeler", "Keçenin Teri" gibi muhteşem belgeseller yapılırdı. "Duvardaki Kan" vardı, "Cumhuriyet" vardı, "Osmancık", "Çalıkuşu" vardı. Şimdi ise hiç bir televizyon kanalında ne bir belgesel, ne de tarihsel bir dizi... Varsa yoksa geyik muhabbeti, ucuzun ucuzu güldürüler, tek hedefi salya sümük ağlatmak olan melodramlar ve Şahan Gökbakar'ın "dişi haykırış" parodisinde çok güzel betimlediği türden, milletin kafasının birbirine tokuşturulduğu yoz kadın programları...

Kısacası, çamur gibi bir ekran...

Televizyonculuğumuzda teknoloji son yirmi yılda olağanüstü boyutlarda gelişti, içerik olarak ise 1970'lerden bile çok daha gerilere düştük. Bunun en öncelikli sebebi de adını herkesin ağzına pelesenk ettiği şu ünlü "reyting (Frenkçesi rating) hazretleri"...

Oysa ki esaslı bir araştırma yapılsa, daha bu memlekette reytingin ne menem bir şey olduğunu ve nasıl ölçüldüğünü tam anlamıyla bilen insan sayısının bir kaç bin kişiyi ancak bulduğu görülecektir. Gündelik hayatta karşılaşıp sohbet ettiğim pek çok vatandaş, bir programın izlenme oranlarının, o an evinde açık olan kanalın "teknik ayrıntıları bilinmeyen özel bir sistemle uzaktan görülmesi" sayesinde ölçüldüğünü sanıyor. Öyle ki bunlar arasında eğitici ve öğretici özellikleri olan sıradışı bir programdan söz ederken, "Reytingi artsın diye filan kanalı saatlerce izledim" diyen fazlasıyla iyi niyetli okurlara bile rastlamaktayım.

İşin aslı ise gayet trajik... Televizyon ve reklâmcılık dünyasını yıllardan beri hop oturtup hop kaldıran reyting rakamları, topu topu iki düzine kadar şehre yayılmış durumdaki yaklaşık bin beşyüz adet ölçüm cihazının üzerinden şekilleniyor. AGB adlı şirketin yetkilileri, dönüşümlü olarak (sanırım) her iki ayda bir bazı evlere yerleştirdikleri bu cihazlar sayesinde, gün boyu açık olan kanallar hakkında elektronik bazlı veri toplamaktalar. Bu işbirliği karşılığında, evine cihaz bağlanan ailelere para vermek ise yasak. AGB de cihazlarını televizyonlarına bağlatmayı kabul eden evlerdeki hanımlara melamin tabak falan armağan ediyor. Televizyonun yanında -kabloları ve diğer hacimli ekipmanlarıyla- belli bir yer işgal eden böyle bir cihazı evinde görmek istemeyenlerin sayısı, isteyenlere göre çok daha fazla. Zaman zaman sektörde karşılaştığım kimi kulağı kesik insanlardan, özellikle üst ve orta gelir grubuna mensup, iyi eğitimli kişilerden oluşan ailelerin reyting ölçümüne bu şekilde fiilî bir katkıda bulunmaya hiç de gönüllü olmadıklarını duyuyorum. Böyle durumlarda da geriye çoğunlukla "reyting tepe" seçeneği kalıyor; yani iki-üç tane melamin tabağı ya da bardak takımını sevinçle karşılayan, bu olayı bir tür "önemsenme", "kendisine değer verilme" olarak algılayan dar gelirli insanların yaşadığı varoş semtleri...

Özetle, 75 milyon insanın ortak beğenisini büyük ölçüde bu kesim belirliyor.

Sırf bu çarpık ölçüm sistemi nedeniyle, son yıllarda ne kadar çok sayıda nitelikli dizinin ve eğitici-öğretici programın, çeşitli kanalların yöneticileri tarafından apar topar yayından kaldırıldığının farkında mısınız? Zamanından çok önce gelen bu iptal kararları nice yapımcının, yönetmenin, oyuncunun ve senaristin iyi şeyler üretme yönündeki şevkini paramparça etti.

Hiç unutmuyorum; bundan bir kaç yıl önce bir gün, büyük kanallardan birinde gündüz kuşağında -belki ellinci kez- gösterilen 1960'lı yıllara ait köhne bir "Keloğlan" filmi, rating ölçümü sonucunda o günün izlenme birincisi olmuştu. Eğer ki bu ölçüm sisteminin toplumumuzun beğeni düzeyi konusunda tartışılmaz veriler sağladığına inanırsak, o saatte Türkiye'nin büyük bir bölümünün de işini gücünü bırakmış, Keloğlan'ın hinliklerini izlediğini tereddütsüz şekilde kabul etmemiz gerekiyor.

Kim ne derse desin, ben böyle bir dayatmayı asla kabul etmiyorum kardeşim! Çünkü bu yetersiz reyting ölçüm sistemi ne beni, ne de benim tanıdığım Türk halkının genel beğeni düzeyini yansıtıyor.

Türkler dünyada belgesel filmleri en fazla seven milletlerden biridir. Ünlü deniz bilimci Kaptan Jacques Cousteau'nun adını bu ülkede yaşayan 70 yaşındaki nineler ve dedeler bile yarım yamalak da olsa bilirken, kırk yılda bir kazara yayınlanan belgeseller reyting ölçümlerinde ilk yüze bile giremiyorlar.

Sektörde olanlar için, reyting ölçüm şirketinin abonelerine gönderdiği günlük raporları görebilmek hiç de zor bir iş değil; ben de dilediğim zamanlarda bu bilgilere göz atabiliyorum. Sözkonusu raporları ezkaza Türkiye'ye yeni gelmiş bir yabancı araştırmacı incelese, bu istatistiklerde ortaya çıkan birincileri ve sonuncularını gördüğünde, ülkemizi bir tek eğitimli insanın, hadi onu da es geçelim, kendine saygısı olan bir tek kişinin bile yaşamadığı, cehalette rakipsiz bir "kırolar cumhuriyeti" sanır. Oysa ki bu manzara acaba gerçeği ne denli yansıtıyor? Biz bu kadar mı cahil, beğenileri bu kadar mı kısır ve güdük bir milletiz? Nükleer fizikçisiyle, hekimiyle, avukatıyla, polisiyle, askeriyle, pilotuyla, öğretmeniyle, film yönetmeniyle, Türk toplumunun bütün derdi gerçekten de Aliye'nin sulu sepken maceraları ya da Serap Ezgü'nün hiçbir derde gerçek anlamda devâ olmayan kof nasihatleri midir?

Evet, doğru; toplumsal olarak o özlenen eğitim ve görgü düzeyine henüz tam anlamıyla erişmiş sayılmayız. Fakat, iyiyi, güzeli ve yararlı olanı algılama düzeyimiz de kesinlikle reyting tablolarında ortaya çıktığı kadar vahim değil. Buna karşılık, reklâmcılık sektörünün devlerinin "Halkın en çok izlediği programları bilmeli ve planlama yaparken ona göre tavır almalıyız" diyerek 1990'larla birlikte toplum hayatımıza dayattığı bu 1500 cihazlık ucube ölçüm sistemi, kullanılan araç-gereç sayısı en azından yüzbinler düzeyine çıkarılmadıkça ve cihazlar da bütün şehirlere, Türk toplumunu temsil eden bütün sosyo-ekonomik gruplara homojen bir biçimde dağıtılmadıkça, daha epeyce uzun bir süre dünyaya böyle bir "kara cahiller ordusu" olarak resim vermeye devam edeceğiz.


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi