T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 9 TEMMUZ 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
  Favorilere Ekle
  Giriş sayfası yap

  Yeni Şafak'ta Ara
 

EKONOMİ-TOPLUM
Mustafa ÖZEL

Krizden ne ders aldık?

Kriz, hesabı yapılmamış risklerden çıkar. Yahut, ortada bir hesap vardır; fakat her oyuncunun hesabı farklıdır ve kriz, hesaplar arasındaki uyuşmazlıktan kaynaklanır. Hesabı yapılmış riskten rızk çıkar, kriz çıkmaz

Kriz ve rızk kelimelerinin aynı harflerden oluşmasında gizli bir hikmet var mı, bilmem? Rızk ile risk arasında bir ilişki olabilir. Risk üstlenmeyi bilenlerin muhtemelen rızkları daha geniş olur. Risk, hesaplanmış, ölçülüp biçilmiş bir tehlikeye atılmak demektir. Tıpkı otobanda zikzaklar çizerek arabaları sollamaya çalışan gençlerin yaptıkları gibi, tehlikenin hiç hesabı yapılmamışsa, buna risk almak değil, çılgınlık denir. (Kaza yapma ihtimali %90, buna karşılık kazanılacak zaman süresi birkaç dakikadır!) Şirketler ve devletler de hesabını iyi yapmak ve bir takım sigorta sistemleri oluşturmak kaydıyla riske atılabilirler. Velhasıl, hesabı yapılmış riskten rızk çıkar, kriz çıkmaz.

Kriz, hesabı yapıl(a)mamış risklerden çıkar. Yahut, ortada bir hesap vardır; fakat her oyucunun hesabı farklıdır ve kriz, hesaplar arasındaki uyuşmazlıktan kaynaklanır. Adına "finansal küreselleşme" dedikleri bu evrede, Türkiye ve benzeri ülkelerde, şirketlerin hesaplarıyla devletlerin (dolayısıyla, büyük halk yığınlarının) hesapları birbirini tutmuyor. Adeta, şirketleri ayakta tutmak için, halkları kazığa bağlamak gerekiyor.

Finansal küreselleşmenin alamet-i farikası ne? 1982'den beri ardı arkası kesilmeyen finansal krizler. Önce Latin Amerika, 1990'larda ise Doğu Asya, Rusya ve Türkiye finans krizlerine abone oldu. Stiglitz, Feldstein ve Rodrik gibi iktisatçıların da işaret ettikleri gibi, ne IMF ne de sözde "uluslararası finansal mimari" krize maruz ülkelere omuz verebiliyor. Feldstein, her ülkenin ancak kendine hayrının dokunabileceğini; bunun yolunun da "likit kalmak"tan geçtiğini belirtiyor.

Likit kalmanın iki ana yolu var: Ya kısa vadeli borçlarınızı azaltacaksınız; ya da döviz rezevlerinizi yüksek tutacaksınız. The Economist dergisinin 7 Temmuz 2006 tarihli sayısından bazı ülkelerin döviz rezervelerini ve cari işlem dengelerini aktarıyorum (Milyar $):

Ülke    Döviz Rezervi     Cari İşlem Dengesi
Çin                875                          +160
Tayvan          261                           +18
Rusya            239                           +92
G. Kore         225                             +9
Hindistan       157                           -13
Singapur        129                           +36   
Hong Kong    127                           +20
Meksika           78                              -1
Malezya           75                           +20
Türkiye            60                            -27
Brezilya            57                           +13

Bir ülkenin döviz rezervinin yüksek olması ilk elde çok çekici gözükebilir. Fakat bunun maliyetini de hesaba katmalıyız. Çin ve diğer bazı ülkeler, ticaret (ve cari işlem) fazlasına sahip olduklarından, onlar için yabancı paranın maliyeti çok yüksek olmayabilir. Belki kazandıkları parayı düşük getiriyle değerlendirmekten ötürü, bir tür "kârdan zarar" ediyor olabilirler. Fakat aylık cari işlem açığı 3 milyar doları bulmaya başlayan Türkiye gibi ülkeler için, döviz rezervindeki artış, giderek artan bir maliyet demektir. Dani Rodrik'in hesabı doğruysa, "gelişmekte olan ülkelerin bu türden maliyetleri, yıllık mal ve hizmet kazançlarının (GSYİH) yüzde birine ulaşmış bulunuyor."

Rodrik'in çalışması başka bir çarpıcı gerçeği ortaya çıkarıyor: Bu gruptaki ülkelerin tuttukları (tutmak zorunda kaldıkları) döviz rezevlerinin GSYİH'ya oranı %30'lara yaklaşmış bulunuyor. Bu oran 2000'de %20, 1990'da %8, 1980'de %6, 1970'te %3, 1960'ta %2 dolayındaydı. Gelişmiş ekonomilerde bu oran 1960-2005 arasında %2'den %4'e yükselirken; gelişmekte olan ekonomilerde %2'den %30'a yükseldi. Bu ülkelerin, kendilerini küresel finans dalgalarına karşı korumak için ne kadar yüksek bir bedel ödedikleri açık, değil mi?

LİBERALLİĞİN MALİYETİNİ HALK ÖDÜYOR

Liberalleri lafla alt etmenin imkânsız olduğunu biliyorum. Liberal bir düzen, ister ulusal ister küresel kademede olsun, daha yüksek bir ekonomik değer üretir. Bunu teoride de, pratikte de kanıtlamak mümkün. Problem şu ki, bu yaratılan fazla değer, içeride kişiler/firmalar arasında; dünyada ise ülkeler arasında, giderek daha eşitsiz biçimde paylaşılıyor. Gelişmekte olan ülkelerin bazı şirketleri finansal küreselleşmeden yarar sağlasa da, ulusal sistemin diğer unsurları ağır bir bedel ödüyor. Bunu Dani Rodrik'in bir örneği ile izah edelim:

Türkiye benzeri bir ülkenin herhangi bir şirket veya bankasının, yurt dışından 1 milyon dolarlık bir kısa vadeli kredi temin ettiğini düşünelim. Dış şoklara karşı tedbirli olmak için, ülkenin Merkez Bankası (MB) kendi döviz rezervini eşit miktarda ayarlamak zorundadır. Alışılagelmiş strateji şudur:

(a) MB iç finans pazarından 1 milyon dolar satın alarak bunu Amerikan hazine kâğıdı veya başka bir kısa vadeli enstrümana yatırır;

(b) iç para arzına müdahalesinin etkilerini "sterilize etmek için" ise özel sektöre aynı değerde hazine kâğıdı satar. Sonuçta, özel sektörün dışarıya 1 milyon dolar borcu, bunu dengeleyecek şekilde de kendi hükümetinden 1 milyon dolar alacağı olur. MB'nın ise (mevcuda ilave olarak) 1 milyon dolar yabancı varlık rezervi, buna karşılık stoğundaki millî hazine kâğıtlarında 1 milyon dolarlık eksilme olur.

İmdi, her ne kadar bir Türk şirket veya bankası dışarıdan 1 milyon dolar borç bularak belki çok önemli bir girişimini finanse etmiş olsa da, bir bütün olarak ulusal ekonomiye dışarıdan net bir finans girişi olmamıştır. Şirketin getirdiği miktarı, MB yabancı varlıklara geri yatırmıştır. İkincisi, kısa vadeli dış borç özel sektörün toplam yatırım kapasitesini arttırmamıştır; zira başka bir özel sektör şirketi, aynı miktarda bir kaynağı reel yatırıma değil, ulusal hazine kâğıdına yatırmıştır.

Dananın kuyruğunun koptuğu yer ise şurası: Dışarıya borçlanan şirket veya bankanın ödeyeceği faiz maliyeti ile, MB'nın dışarıda değerlendirdiği aynı miktardaki kaynağın faiz getirisi eşit değildir. Birinci, ikinciden her zaman birkaç puan yüksektir. İşte bu, bir bütün olarak, toplumun dışarıya borçlanan özel şirket için ödediği bedeldir. Dani Rodrik bu bedelin "gelişmekte olan ülkeler" için GSYİH'nın %1'i olduğunu hesaplasa da, Türkiye için çok daha yüksek olduğuna şüphe yoktur. Küresel finans liberalizmi, toplumun canına okumak için özel şirket ve bankaların dizginlerini koparmak demektir. Nasreddin Hoca bu durumu görseydi, "taşları bağlamış, itleri salıvermişler" derdi.

Vurkaç sermaye, vurur ve kaçar

Dünyada 15-16 trilyon dolar civarında dolaşan sermaye var. Bunun yüzde 90'ı başta ABD olmak üzere güvenli pazarlarda yuvalanıyor. Geriye kalanı genç finans kurtlarına teslim edilip bizim gibi ülkelere yönlendirilmiş

Tecrübeli bir bankacı ile son finans şokunu konuşuyoruz. "Türkiye'den bu kadar fazla paranın bir anda çekileceğini bekliyor muydunuz?" diyorum. Gülüyor. "Beklemiyordum, biliyordum!" diyor. Şaşırıyorum. O büyük bir rahatlıkla devam ediyor: "Şu gün, şu saatte çekileceğini elbette bilmiyordum. Fakat çekileceğini, hem de aniden çekileceğini adım gibi biliyordum. Vurkaç sermayenin doğasında var bu. Vurur ve kaçar!"

Bir hafta önce, Londra'da katıldığı bir uluslararası finans toplantısını anlattı. ABD ve Avrupa'daki büyük fonların, önde gelen gelişmekte olan ülke pazarlarından (emerging markets) sorumlu uzmanlarının katıldığı bir toplantı. Aralarında çok sayıda genç Türk (Jöntürk?) var. "Hepsinin ortak vasfı, Türkiye toplum ve ekonomisi hakkındaki cehaletleriydi. Bir iki sözde uzman ve bankanın hazırladığı sığ raporlara veya Batı basınında Türkiye hakkında çıkan çarpık haberlere bakarak pozisyon belirleyen ukalalar!" Meselenin bu kadar basit olmadığını söyleyecek oluyorum, kızıyor: "Mesele basit demiyorum, adamlar basit! Türkiye'yi yönetenler ya çok akıllı olmalı, ya da sözünü ettiğim tiplerden daha cahil. İkisinin ortası olunca, işler sarpa sarıyor."

Uzmanımıza göre, dünyada 15-16 trilyon dolar civarında dolaşan sermaye var. Bunun %90'ı başta ABD olmak üzere güvenli pazarlarda yuvalanıyor. "Geriye kalanını genç finans kurtlarına teslim edip, bizim gibi ülkelere yönlendirmişler. Bunların akletme tarzını kavramaz, konuştukları dilin şifresini çözemez isek, kendimizi koruyabilme imkânımız olmaz."

Karl Polanyi 100 yıl öncesinin finans kurtlarının dünyanın siyasî ve ekonomik örgütlenmesi arasındaki ana bağlantı olduğunu söylüyordu: "Avrupa Konseri ancak aralıklarla eyleme geçerken, yüksek finans en esnek türden bir daimî amil (agency) işlevini görüyordu. En güçlüsü de dahil olmak üzere, bütün hükümetlerden bağımsız ve hepsiyle temas halindeydi; Bank of England dahil, bütün merkez bankalarından bağımsız, ama hepsiyle yakından bağlantılıydı. Finans ile diplomasi arasında yakın temas vardı; hiçbiri diğerinin gönlünü almadan, ister barışa ister savaşa yönelik herhangi bir uzun vadeli plan yapamazdı. Bununla beraber, umumi barışın başarıyla sürdürülmesi şüphe götürmez biçimde uluslararası finansın konum, organizasyon ve tekniklerinde yatıyordu."

Peki, kimlerden oluşuyordu bu haute finance? Sanılanın aksine, pek anonim bir topluluk değildi. Elbette orta yerde çok sayıda kişi ve kurum adı dolaşıyordu. Fakat finans sisteminin merkezinde devler vardı ve her şey onlardan sorulurdu. "Rotschild'ler hiçbir hükümete tâbi değildiler; bir aile olarak soyut beynelmilelcilik ilkesini ete kemiğe büründürmüşlerdi; sadakatleri bir firmaya idi: Kredisi, hızla büyümekte olan bir dünya ekonomisinde siyasi yönetimle endüstriyel çabalar arasındaki biricik hükümetlerüstü bağ haline gelmiş olan bir firma. Son kertede, bunların bağımsızlığı devrin ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu; hem ulusal devlet adamlarının hem de uluslararası yatırımcıların güvenini yönlendiren egemen bir amile talep vardı; Avrupa başkentlerinde ikamet eden Yahudi bankacılar hanedanının metafizik ülke-ötesiciliği bu hayatî ihtiyaca neredeyse tam bir çözüm getiriyordu."

Polanyi'nin eseri (Büyük Dönüşüm, 1944) bir bakıma Hilferding ile Hobson'ın emperyalizm/yüksek finans ilişkisine dair çalışmalarını tamamlıyordu. Hobson'a göre, Rotschild'lerin rızası olmadan hiçbir Avrupa devleti büyük bir savaş başlatamaz, hiç kimse de külliyetli bir Devlet kredisi açamazdı. Millî devletlerin politikalarını bunlar manipüle ediyordu. Tarihçiler beynelmilel finans gücünün nevzuhur bir icat olmadığını söylüyorlar. Rotschildler, 16. yüzyılda Cenevizlilerin, 17-18. yüzyıllarda Hollandalıların kapitalist dünya sisteminde oynadıkları rolü 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarında oynadılar. 21. yüzyıl başlarındaysa aynı rolü Soroslar ve Jöntürkler oynuyor. Bu bilgi yığını ve analizin sadra şifa olup olmadığını sorabilirsiniz. Küresel liberalizmin güçlülerin silahı olduğunu akledebilirsek, bir çıkış yolu bulabiliriz. Finans krizinden önce, akıl krizimizi aşmamız gerek.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi