AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
'Sedyeden düşürülmemek' için de AB üyeliği mi gerekiyor?

Bugün "ağır" konuları bir tarafa bırakıp "küçük meseleler"den söz edelim... Mesela, birkaç gün önce aynı günde iki kez karşılaşılan "sedyeden düşürülme" meselesi...

47 yaşındaki Zeytin Yeşilkaya, 9'uncu çocuğunu doğurup hastaneden taburcu edildikten sonra rahatsızlanarak tekrar hastaneye kaldırılmış. Ancak, 47 yaşına kadar zaten 9 çocuk doğuran talihsiz kadın Kahta Devlet Hastanesi'nde bir servisten diğerine sedye üzerinde götürülürken görevlilerin dikkatsizliği sonucu sedyeden düşüp merdivenlerden yuvarlanmış ve ölmüş.

Zeytin Yeşilkaya'nın "sedyeden düşerek" öldüğü gün, bir kaza sonucu ağır yaralanan kepçe operatörü Şemsi Gür de sedyeden düşürülmüş. Kaza mahalline gelen sağlık ekibi, Gül'ü sedyeye koyarken düşürünce, hasta yolda hayatını kaybetmiş...

Görüyorsunuz, aynı günde iki ölüme neden olduğuna göre aslında hiç de "küçük" sayılmaması-küçümsenmemesi gereken önemli bir ülke sorunu ile karşı karşıyayız...

Tamam, belki siz ya da yakınlarınızdan birisi bugüne kadar sedyeden düşmemiş-düşürülmemiş olabilir... Ama takdir edersiniz ki, bir ülkede bir günde iki kişi hayatını "sedyeden düşürülme" sonucu kaybetmişse, ortada hastanelerde kullanılan "sedyeler" ya da sedyeleri kullanan "sedyeciler"e ilişkin önemli bir sorun var demektir.

"Sedyeden düşürülme" olaylarını (giderek "olgu" halini alıyor herhalde!) hafife almayın ve bana "Bula bula bu konuyu mu buldun yazacak?" diyerek öfkelenmeyin.. Çünkü biliyorsunuz ki, bir olayın "önemli" ya da "önemsiz" olarak sınıflandırılması söz konusu olayı yaşayanlar tarafından bir türlü yaşamayanlar tarafından ise başka türlü yapılacaktır. Dolayısıyla "sedyeden düşürülenler" ile "düşürülmeyenler"in "sedyeden düşürülme" olayına atfettiği "önem" de birbirinden farklı olacaktır. Yani eğer bir gün siz de "sedyeden düşürülürseniz", inanın "hayatta dikkat edilmesi gereken en önemli olaylar" sıralamasında bu "düşürülme" meselesi ilk sıralara yerleşecektir.

Peki şimdi de anlamaya çalışalım: Ülkemizde "sedyeden düşürülme" olayları niçin bu derece sıklıkla yaşanmaktadır? Besbelli ki olaylar iki eksikten kaynaklanmaktıdır: 1- Ülkemizde kullanılan sedyeler hastaların kolayca düşürülmesine imkan veren bir biçimde üretilmiştir. 2- Ülkemizde sedyeleri taşıyan görevliler ne taşıdıklarını idrak edemeyecek derecede dalgın, akılları havada, becereksiz ve dikkatsiz insanlardır.

Belki de "sedyeden düşürme" olaylarına sebebiyet veren eksiklik bunlardan sadece sadece birisi değil, her ikisinin bir araya gelmiş olmasıdır.

Birçoğunuz gibi ülkemizde kullanılan "sedyeler"in nasıl bir şey olduğunu az çok ben de biliyorum. Ve "sedyeler" konusunda özel bir uzmanlığım olmasa da, bu aletlerin üzerine atılan hastaların"düşmesi-düşürülmesine" çok müsait olduklarının ben de farkındayım.

Ama bana göre bu üzücü olaylar herşeyden önce hastanelerimizde görev yapan "sedyeciler"de gözlemlediğimiz bazı temel eksikliklerden kaynaklanmaktıdır. Mutlaka birçoğunuz da şahit olmuştur: Özellikle devlet ve SSK hastanelerinde kapıya getirilen hastaları kapıp sedyelere yerleştiren "sedyeciler" takımının akılları çoğu zaman sedyede değil, çok başbaşka yerlerdedir.... Önlerindeki sedyeleri o derece dikkatsiz ve özensiz bir biçimde "sürmektedirler" ki, hasta mı yoksa karpuz mu taşıdıklarının pek de farkında değillerdir...

Peki şimdi de şu soruya çevap arayalım: Ülkede sık sık ölümlere neden olan "sedyeden düşürme" olaylarının önüne geçilebilmesi için AB ile başlayacak müzakere sürecinde acaba hangi "fasıl"a gelinmesini beklememiz gerekmektedir? Temennimiz bu önemli meselemizin ilk fasılların konularından birisini oluşturmasıdır. AB'ye üyelik süreci (inşallah) bu meseleyi de çözecek ve böylece bu ülkede yaşayan milletin birer ferdi olarak eğer günün birinde sedyede taşınmak zorunda kalırsak servise sağ salim ulaşmamız da garanti altına alınmış olacaktır...

Bu konuda cevaplanması gereken son bir soru da şudur: Ülkenin "sedyecileri", benzer birçok hizmeti yerine getiren "kamu görevlileri"nde gözlediğimiz gibi, işlerini yaparken niçin bu derece lakayt davranmaktadırlar acaba? İşlerini niçin olması gerektiği gibi yapmamakta, ancak "ellerinin ucu ile" tutmaktadırlar acaba? Belki gereksiz bulacaksınız ama ben bu soruya da cevap aradım ve sonunda şu çevabı buldum: Çünkü, hastanedeki "sedyeci"siden camları kirden simsiyah olmuş Adliye Sarayı'ndaki "hizmetli"ye kadar bütün bu "kamu görevlileri" herşeyden önce karşılığında az ya da çok bir ücret aldıkları işlerini sevmemekte, hatta küçüksemektedirler de ondan... Besbelli ki "sedyeci" kendisini çalıştığı kurumdaki doktor, Adliye'deki "hizmetli" ise yargıç ya da savcı olarak görmek istemektedir... Ve dolayısıyla hiç değilse işyerlerinden gelip geçenler tarafından belki "öyle sanılır" diyerekten önündeki "sedye"ye ve kirden simsiyah olmuş Adliye Sarayı'nın camlarına ancak elinin ya da gözünün "ucu" ile dokunmaktadırlar.

Bu çerçevede sadece "kamu görevlileri"ne işaret etmek de doğru olmayabilir. Büyük ölçüde özel "küçük işletmeler"de de benzer bir ruh hali hakim değil mi? Mesela niçin bir küçük esnaf günün büyük bölümünde yazarkasanın arkasında pineklemesine rağmen, arada bir yerinden kımıldayıp da dükkanının camına-çerçevesine, içine-dışına ufaktan da olsa bir el atmamaktadır? Sorunun cevabı yine belli: Sevmiyor, çünkü işini-gücünü, kendisini-müşterisini, dükkanını-sokağını "sevmiyor" da ondan...

Bakalım göreceğiz, belki bu işi de AB çözecektir!


26 Aralık 2004
Pazar
 
KÜRŞAT BUMİN


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED