AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
'Hassas sorunlar gazeteciliği' bitti mi?

Basının, "Ordunun, toplumun kirinden-pasından arınmış bambaşka bir kitle olduğu" yanılsamasını bozacak haberlere pek fazla prim vermeyen çizgisi değişiyor mu? Bu dizide vereceğimiz örnekleri, bugünün "paşalar yargılanıyor" haberleriyle kıyasladığımızda, "'Hassas' sorunlar gazeteciliği"nin bittiği gibi bir sonuca varmamak işten bile değil. Ama biz gene de şöyle diyeceğiz: Basının "askeri yolsuzluklar"a ilişkin haber performansı konusunda iyimser olun, lâkin "ihtiyat"ı da elden bırakmayın...

Medyakronik'in, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basılan kitap versiyonunda (Kasım 2003), "Hassas' sorunlar gazeteciliği" diye bir bölüm vardır. Bölüm başlığındaki "hassas" sözcüğü, bir zamanlar basında pek sık yer alan "hassas çevreler" klişesine bir naziredir. Bölümün kısa sunumu da şöyledir:

Normal bir ülkenin 'Medyakronik'inde düşünülemeyecek bir kategori... Türk medyasının her türlü otoriter eğilim karşısında içine düştüğü dizginlenemez coşku halinin yarattığı özel bir gazetecilik türü. Bu türde 'paşa'ların sözleri hep 'tokat gibi'dir, siviller de bu sözler karşısında 'mum gibi' olur genellikle."

Bölümün içeriğine bugün dönüp yeniden bakınca, bu sunumun eksik olduğunu anlıyoruz... Evet, bölümde askerlerin "hassas konular"daki çıkışlarını "tokat gibi" makamında veren gazete haberlerinden yeteri kadar örnek var, ama bölümde asıl olarak ele aldığımız şey, basının, askerlerin karıştığı yolsuzluk, yasadışılık vb. gelişmeler karşısında nasıl paralize olduğu imiş. Sivillerin yolsuzluklarını haberleştirmede pek eforik bir ruh hali içine giren basın, askerler söz konusu olduğunda haberleri nereye gizleyeceklerini bilemiyorlarmış. Ya da, ola ki biraz sesini yükseltince, yukarıdan gelen her "hizaya geeeel" komutu karşısında derhal toparlanıyormuş... Bu mini dizide, iki türden örnekler de bulacaksınız.

İLERLEME BARİZ, AMA...

Biraz sonra vereceğimiz örnekleri, bugünün "paşalar yargılanıyor" haberleriyle kıyasladığımızda, "'Hassas' sorunlar gazeteciliği"nin bittiği gibi bir sonuca varmamak işten bile değil. O yılları da çok yakından takip etmiş kişiler olarak söylüyoruz: Bundan dört yıl öncesiyle bugün arasında ciddi bir farklılığın olduğunu kabul etmemek için kör olmak lazım. Fakat şu rezervi koymak gereğini de duyuyoruz: Acaba olumlu yöndeki bu değişim, gazetecilerin zihniyetindeki değişimden mi kaynaklanıyor, yoksa soruşturma emirlerini bizzat en tepedeki askerin vermiş olmasından mı? Bir an için şöyle düşünelim: Askeri hiyerarşinin en tepesinden bu yönde değil de tam tersi yönde sesler gelseydi, basın, "askeri yolsuzluklar"ın peşine gene düşecek miydi?

Doğrusunu isterseniz, bu soruya pek olumlu bir cevap veremiyoruz biz. Bu yöndeki kötümserliğimiz, Medyakronik yıllarındaki tecrübelerden kaynaklanıyor. Bu tecrübelerin gösterdiği şey ise maalesef şu: Basın, askerlerden icazetsiz, onların hoşuna gitmeyecek kimi yayınları belli bir ölçüye kadar sürdürebilir, ama oradan gelecek "bölük dur" uyarılarına karşı da her zaman çok hassastır.

Ne demek istediğimizi, tümü Mayıs-Ağustos 2001 arasına sığan üç örnek üzerinden göstermeye çalışalım:

TELEKOM'UN ÖZELLEŞTİRİLMESİ

2001 yılının ilk aylarının en önemli konularından biri "Telekom'un özelleştirilmesi" idi... Bu özelleştirme, "Yeniden Yapılanma Programı"nın patronu Kemal Derviş ile Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz arasında büyük bir savaşa yol açmıştı. Büyük basın bu savaşta kayıtsız şartsız Derviş'in arkasındaydı. Gazeteler, Öksüz'ün Telekom'un satışına karşı çıkışını yerden yere vuruyor, bakanın konuşmalarını "İnadı inat", "Öksüz öfkesi" gibi militan başlıklarla veriyordu. Köşeler ise Ulaştırma Bakanı'nın "dünyanın gidişinden hepten habersiz, tipik bir 'taşralı' siyasetçi olduğu" yönünde hemfikirdi...

İşler böyle giderken; yani tartışma "modern siyasetçi ve gazeteciler" ile "taşralı siyasetçiler" arasında cereyan ederken, 2 Mayıs günü (2001), Genelkurmay İkinci Başkanı'nın yanına iki korgenerali alarak Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'ı ziyaret ettiği haberi geldi. Toplantının ardından yapılan açıklama gayet "moral bozucu"ydu: Askerler, Telekom satışında "taşralı" bakan gibi düşünüyorlardı.

BAŞLIKLAR NASIL DEĞİŞTİ?

Bu anlamlı "ziyaret" basın üzerinde radikal bir etki yaptı. Haberi son derece ölçülü başlıklarla duyurdular. Televizyonlardan haberi duyan Borsa'nın bunalıma girmesi bile gazetelerin nezaketini bozmamıştı. Başlıklar şöyleydi:

"Askerden Telekom için çifte uyarı" (Hürriyet)
"Telekom tedirginliği" (Radikal)
"Telekom düğümü" (Akşam)
"Genelkurmay'dan Telekom uyarısı" (Türkiye)
"Askerin Telekom endişesi" (Star)
"Telekom'da asker kaygısı" (Sabah)
"Asker uyardı: Telekom'da önce güvenlik" (Posta)
"Telekom çekingesi" (Zaman)

O günlerde basındaki bu "tornistan"ı şöyle yorumlamışız:

"Görüyorsunuz; gazeteler (özellikle de haftalardır 'Ya Telekom'un özelleştirilmesi ya ölüm!' sloganını şiâr edinenler) nasıl da rahat! Hallerine tavırlarına, seçtikleri sözcüklere ve üslûba bakacak olursak, sanki hiçbir şey olmamış gibi! 'tedirginlik', 'kaygı', 'endişe', 'çekinge', 'düğüm', hepsi bundan ibaret… Kemal Derviş'in bugüne kadar arkasında durulan Telekom'a ilişkin açıklamaları bir düdükle tuzla buz… Milliyet'in 'Telekom muhtırası' manşeti de olmasa, Genelkurmay'ın Başbakanlığı ziyareti neredeyse bir 'iade-i ziyaret' olarak yorumlanacak! Demek ki, bu gazetelerle 'kuyuya inilmez'; demek ki bu gazeteler haftalardır cansiparâne biçimde savundukları 'dava'yı bile bir günde gazete satar gibi satabilir…"

Lafı bugüne bağlarsak, son sözümüz şu olur: Basının "askeri yolsuzluklar"a ilişkin haber performansı konusunda iyimser olun ama "ihtiyat"ı da elden bırakmayın... Salı ve çarşamba günü yayımlayacağımız iki "maziye bakalım" hatırlatmasından sonra, ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaksınız... (A.G.)

Salı: "CASA'LAR TEMİZ, BASIN FELÇ!": Peşpeşe düşen ve toplam 38 ölüme mal olan CASA askeri uçaklarıyla ilgili olarak basının "her şeyi deşen" yayın çizgisi Genelkurmay'ın "Yok bi şey" açıklamasından sonra nasıl bir anda 180 derece değişti?


Amerikalı Marge ve Seher Hanım'ın kardeşlikleri nereden kaynaklanıyor?

Fethiye Çetin, "Anneannem" adlı kitabında haddinden fazla hüzünlü bir hikâye anlatıyor. Celal Başlangıç, kitabı bir gazete haberi haline getirerek gene çok iyi bir iş çıkarmış... Çetin, anneannesinin ölümünden sonra Agos gazetesinde yayınlattığı ilanın bir yerinde şöyle demiş: "Bir gün onlara kavuşma umuduyla 95 yıl yaşadı." Peki, Seher Hanım 95 yıllık uzun ömründe kime kavuşmak istiyormuş?

Radikal'den Celal Başlangıç, Fethiye Çetin'in kaleminden çıkan "Anneannem" adlı kitabı tanıtıyor. Fethiye Çetin, aynı zamanda İstanbul Barosu Azınlık Hakları Çalışma Grubu sözcülüğünü de yapıyor. Çetin'in "Anneannem"de anlattığı anneannesi Seher Hanım, 95 yıl yaşadıktan sonra 11 Şubat 2000'de hayata gözlerini kapamış. Çetin, anneannesinin ölümünden sonra Agos gazetesinde yayınlattığı ilanın bir yerinde şöyle demiş: "Bir gün onlara kavuşma umuduyla 95 yıl yaşadı."

Peki, Seher Hanım 95 yıllık uzun ömründe kime kavuşmak istiyormuş? Seher Hanım "ailesine" kavuşmak istiyormuş. Çünkü Seher Hanım, 1913'te yani okula henüz başladığı yıla kadar "Seher" değil, İsguhi'den doğma Hovannes'ten olma Heranuş'un ta kendisiymiş... Olaylar başlayınca babası zaten Amerika'da (çalışmak için) bulunuyormuş. Olayların gelişmesiyle birlikte önce annesinden sonra erkek kardeşinden ayrı düşmüş... İşte "Seher Hanım" 95 yıllık ömrünün çok büyük bölümünde onlara kavuşmayı umut etmiş...

SEHER HANIM'IN LİFİ VE YAZMASI

Anlaşıldığı gibi, çocukluğunda Heranuş adı ile ailesinin tek kızı olan "Seher Hanım" ailesine kavuşamadan ölmüş. Ama torunu Fethiye Çetin işin peşini bırakmamış ve verdiği ilan sonucunda anneannesinin Amerika'da doğan kız kardeşine ulaşmayı başarmış. Hatta bu hayırlı torun, "Seher Hanım"ın kız kardeşi Marge'nin 80. doğum gününe katılmak için Amerika'ya da gitmiş. Büyük teyzesine hediye etmek üzere, anneannesinin "lif ve yazması"nı da yanında götürmüş...

İşte böyle... Nereden bakarsanız bakın haddinden fazla hüzünlü bir hikaye... İsterseniz -yani bu zamana kadar canınız sıkılmadıysa- Heranuş'un Seher'liğe nasıl geçtiğinin hikayesini de Fethiye Çetin'den naklen Celal Başlangıç anlatsın:

"(...) Heranuş 1913'te okula başladığında babası ve iki amcası, bazı akrabaları gibi çalışmak için Amerika'ya gitmiş. Kısa bir süre sonra jandarma basmış köylerini. Bütün erkekleri bilinmeyen bir yere götürmüşler.

Heranuş'un ailesinden geriye kalanlar komşu köye sığınmış. Çok geçmeden bu köye de jandarma gelmiş. Bütün ahaliyi toplayıp Palu'ya götürmüşler. İçlerinde Heranuş, annnesi, iki kardeşi de var.

Kadınlar, kilisenin bahçesine doldurulmuş. Erkekler dışarıda kalmış. Arkadaşlarının omuzuna basıp duvarın üstünden dışarıya bakan kız, aşağıya indikten epey sonra gördüklerini söyleyebilmiş. Bu kızın ağzından duyduklarını Heranuş ömür boyu unutmamış: "Erkeklerin boğazlarını kesiyorlar, sonra da nehre atıyorlar."

'ÖLE ÖLE ÇERMİK'E...'

Sağ kalanların köylerine dönmelerine izin verilmiş. Geldiklerinde evlerinin yağmalandığını görmüşler. Civardaki Müslüman köylüler yataklarını yorganlarını dahi götürmüş. Jandarma tekrar gelmiş ve herkesin sürgüne gönderileceğini söylemiş. Uzun, ölüm yürüyüşü böyle başlamış.

Öle öle Çermik'e kadar gelmişler. Çermik jandarma komutanı olduğunu sonradan öğrendikleri atlı bir onbaşı Heranuş'a, Karamusa Köyü'nden Hıdır efendi de kardeşi Horen'e talip olmuş. Anneleri İsguhi bir atmaca gibi fırlamış yerinden, "Onları kimse benden alamaz" diye. Heranuş'un anneannesi annesini ikna etmeye çalışmış:

"Kızım, çocuklar birer birer ölüyor. Bu yürüyüşten kimse sağ çıkmayacak. Verirsen canları kurtulur, yoksa ölecekler."

Bir türlü kabul etmemiş çocuklarını vermeyi İsguhi. Ancak adamlar zorla almışlar çocukları. Bu, Heranuş'un annesini son görüşü olmuş. Heranuş, onbaşı Hüseyin'le karısı Esma'nın kızı olmuş. Seher adını vermişler. Hüseyin onbaşı çok sevmiş Heranuş'u. Ancak karısı Esma'nın yıldızı bir türlü barışmamış onunla.

Komşu köyden Hıdır efendi tarafından alınan kardeşi Horen'in de adı artık Ahmet'tir. Çobanlık yapmaktadır. Horen ablasının izini bulur. Ancak üvey annesi evlerine sokmaz Horen'i. Bu yüzden iki kardeş gizli gizli buluşur. Bu arada sürgündekilerin akıbetiyle ilgili söylentiler çıkar. En yaygını öldürme emrinin kalktığı, kalanların Halep'e götürüldüğüdür.

Yeni ailesinin yakın akrabası Fikri'yle evlendirilen Heranuş, yeni adıyla Seher'in ilk çocuğu Mahmut doğar. Bu arada kardeşi Horen'i babası bulur. Onlara bir kaçakçı aracılığıyla mektup gönderir. Mektupta, annesiyle Halep'te buluştuklarını, onları da yanlarına beklediklerini yazmaktadır.

Kocasına günlerce yalvarır Seher. Sonunda ikna eder. Halep'e gitmek üzere eşyalarını toplamaya başlar. Ancak son anda yakınları kocasını vazgeçirir. Böylece Horen yalnız gider babasının yanına. Bu, Seher'in kardeşini son görüşüdür.

Ailesini bulmak için çeşitli tarihlerde yapılan girişimler de başarıya ulaşmaz ve Fethiye Çetin'in anneannesi yaşama gözlerini yumar..." (K.B.)


Gel de yanma: Basın 'Kulp'un üstüne gitseymiş, 'Silopi' olmayacakmış...

Biz haberi Birgün'den (24 Aralık, manşet) alıyoruz, ama "ora" kaynaklı birçok haberde olduğu gibi haber önce Gündem'de yayımlandıysa ve bizim gözümüzden kaçtıysa şimdiden özür diliyoruz; daha önce iki kez mahçup olmuştuk, bir kez daha olmak istemeyiz...

Gelelim habere... Birgün'den okuyoruz:

"NERDE PAŞA ORDA KAYIP... Kulp'taki toplu mezardan sorumlu general Yavuz Ertürk'ün, HADEP'li Deniz ile Tanış'ın kaybolduğu Silopi ilçesinde görev yaptığı anlaşıldı. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, 1993 yılında gözaltında öldürülen ve gömülen 11 köylünün bulunduğu toplu mezardan askeri birliğin komutanı Yavuz Ertürk'ü sorumlu tuttu. Ertürk, 2001'de iki HADEP'linin kaybolduğu dönemde de Şırnak Tümen Komutanı olarak görev yaptı..."

"İki HADEP'li"nin başına gelenleri ve büyük basının o dönemdeki tüyler ürpertici sessizliğini bu sayfada defalarca dile getirdik. Gene de gazeteciliğin altın kuralına uyarak bir kez daha tekrar edelim. Bu kez, Birgün'ün satırlarını kullanacağız:

"HADEP Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış, 25 Ocak 2001'de kent merkezinden sivil bir araçla 'Komutan çağırıyor' denilerek alınmak istenir. Tanış, resmi bir çağırma olmadan gitmeyeceğini söyler ve ilçe binasına döner. Daha sonra gelen bir telefon üzerine (...) ilçe sekreteri Ebubekir Deniz ile birlikte Silopi Merkez Jandarma Komutanlığı'na gider. Bir süre sonra kendilerine ulaşılamayan Tanış ve Deniz'in Jandarma Komutanlığı'na gelmedikleri söylenir. Olay kamuoyuna yansır ve dört gün sonra jandarmadan bir açıklama yapılır. 'Tanış ve Deniz kendi istekleriyle jandarmayı ziyaret ettiler. Ziyaretlerinin ardından binadan ayrıldılar.' İki genç siyasetçiden bir daha haber alınamaz."

Kulp'ta ortayı çıkarılan cesetler konusunu zaten biliyorsunuz. Birgün'ün haberi, bu iki olayın temel figürünün aynı kişi olduğunu söylüyor bize: 1993'te tuğgeneral, 2001'de ise tümgeneral olan Yavuz Ertürk.

Gazete, Tanış ve Deniz'in avukatlarının suç duyurusunda bulunduğu isimlerden biri olan Ertürk'ün, emekli olduktan sonra son seçimlerde MHP'den aday adayı olduğu bilgisini de veriyor bize...

Hatırlayın, 13 yaşındaki Uğur ve babasının Mardin'de öldürülmesinden sonra, birkaç günlük bir tereddütün ardından basının iyi bir sınav verdiğini, oysa "Kaybolan HADEP'liler" haberinde yüz kızartıcı bir "haber gizleme" pratiği içine girdiğini söylemiştik. O yazıyı bitirirken, "Gene de insan kızmadan edemiyor" demiştik, "Basın 2001'de görevini yapsaydı, belki Uğur ve babasını şu anda yaşıyor olacaktı..."

Şimdi çok daha güçlü bir ihtimalden söz edeceğiz: Basın, 1993'te Kulp'ta görevini yapıp o korkunç olayın üstüne gitseydi, belki de sorumlular cezalandırılabilecek, Silopi'deki "gözaltında kaybetme" olayı da yaşanmayacaktı.

Gelin de yanmayın. (A.G.)


26 Aralık 2004
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED