T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 23 HAZİRAN 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

Olimpiyat ideali, Türkiye'ye -şimdilik- yakışmıyor

Bugünkü konumuz doğrudan doğruya "sinema" değil; ama çağdaş gösteri sanatlarının en önde gelenlerinden biri olan "spor" ve onun Oscar'ı konumundaki "olimpiyatlar"...

1970'li yılların sonlarında, büyük bankalarımızdan biri İstanbul-Beyazıt Meydanı'ndaki şubesinin önüne, deneme mahiyetinde bir "bankamatik" cihazı koymuştu. Öyle, günümüzdeki yüksek teknoloji ürünü örnekleri gibi saniyeler içinde bir sürü karmaşık işlemi yapabilen ahım şahım bir makine değildi bu. Yalnızca para yatırma ve çekme seçeneklerine sahipti, klavyesi de son derece yalındı.

Henüz on yaşlarında bir yeni yetme olarak ben de dahil, İstanbul'da yaşayan pek çok kişinin sırf bu "yeni icadı" görebilmek için özel olarak o şubeye gittiğini ve giriş kapısının hemen yanındaki "gizemli mekanizma"yı uzun uzadıya incelediğimizi hatırlıyorum.

Ancak, işler umulduğu gibi gitmedi ve banka yetkilileri kısa bir süre sonra bu az gelişmiş ATM cihazını yerinden söktüler. Dahası, onu yurt sathında yaygınlaştırma projesini de rafa kaldırmak zorunda kaldılar. Çünkü, o tarihlerde henüz böyle şeylere hiç alışkın olmayan halkımız, inanılmaz bir hoyratlık sergileyerek, Türkiye'nin ilk ATM'sini bir kaç hafta içinde paramparça etmişti!

Benzeri bir durum da 1980'lerin başlarında İstanbul'daki bazı vapur iskelelerinde yaşanacaktı. Bir meşrubat firması çeşitli işlek noktalara bozuk parayla çalışan otomatlar yerleştirdi; ancak bunlar kısa sürede hurdaya döndüğünden -makinelerin para haznesinden para dışında her türlü çer-çöp çıkıyordu- Amerikalılar gibi "makineden kutu gazoz alma" sevdamızı en az bir on beş yıl ertelemek zorunda kalmıştık.

Bunlar, "az gelişmiş bir toplum" olmakla ilgili acıklı, ama gerçek örnekler...

İşte, Türkiye'de sporun hâli de aynen budur. Bir toplum düşünün ki futboldan başka hiç bir spor dalına zerre kadar merak duymuyor. Futbola yönelik merakı bile "dört büyükler" şeklinde, sonu ta en başından belli kısır bir yapılanmaya tutsak olmuş. Nüfusun büyük bir bölümünün kendi bölgesinin takımlarına neredeyse hiç meyletmediği hastalıklı bir taraftarlık biçimini, vaktiyle bize "futbol aşkı" diye yutturmuş birileri...

Dünyayı kasıp kavuran basketbol, hentbol, voleybol, atletizm gibi diğer branşlarda, bırakın bir stadyumu doldurmayı, ufacık bir kapalı salonun tribünlerini bile -uluslararası televizyon yayınlarında görüntüyü kurtarabilmek için- oraya zorla getirilmiş askerler ve öğrencilerle kaplıyoruz. Daha da acıklısı, lig şampiyonluğunu elde eden basketbol ve hentbol takımları parasızlıktan, seyircisizlikten ve sponsorsuzluktan kapılarına kilit vurmak zorunda kalıyorlar.

"Şiddet"e genetik bir düşkünlüğü olmasına karşın, bunu karate, judo, tekvando, boks gibi disipline bir şiddetin uygulandığı sporlara bile seyirci olarak kanalize edemeyen, "içi geçmiş bir sporseverliğin" hüküm sürdüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bu seyirci fukaralığı o ülkenin en güçlü olduğu iki dal, sırası geldiğinde herkesin "ata sporumuz" diye böbürlendiği güreş ve "Türk gibi kuvvetli" sözüyle cilaladığı halter gibi branşlarda da aynen geçerli... Kendi sporcumuz dünya şampiyonu olurken, bir de bakıyorsunuz salonda yirmi kişi ya var, ya yok. Ki onlar da şampiyonun yakınları!

Diğer branşlarda manzara bu iken, ülkede tek ciddiye alınan spor dalı durumundaki futbolda ise "kan çıkarmadan" maç izlemeyi bilmiyoruz, En kritik millî maçlardan teneke bir kupanın peşinde koşulan mahalle karşılaşmalarına kadar istisnasız her yerde, ateşlenmesi iki tane tahrik edici slogana bakan potansiyel bir "şiddet kültürü" hüküm sürüyor. En sıradan bir hazırlık maçında bile sahayı basan magandalar, havalarda uçuşan döner bıçakları, galiz küfürler...

Bu şiddet duygusu ve yenilgiyi hazımsızlık öylesine içimize işlemiş ki geçmişte "fair play ödülleri" alan kimi profesyonel isimler bile küçücük bir kıvılcımda rakip oyuncuların kaval kemiklerini kırmaya çalışan birer "biçer döver"e dönüşebiliyorlar. Tabiî, böyle durumlarda "centilmen sporcu" masalının da sonuna geliniyor.

Şimdi, elimizi vicdanımıza koyup soralım; geçtiğimiz yıllarda Sydney Olimpiyat Oyunları gibi kolay kolay erişilmez bir sportif kaliteyi gördükten sonra, İkitelli köyünün orta yerinde at kafasına kelebek konmuş gibi duran bir stat yapmakla bu dev organizasyonu gerçekten de haketmiş oluyor muyuz?

Bu toplum, hayatta en sevdiği, "canımdan bir parça" dediği futbol takımlarının ölüm-kalım maçlarını bile izlemeye gitmedi o stadyuma; Ukraynalı sırıkçının atlayışını mı izlemeye gidecek? Ya da umut vaad eden gencecik bir Türk atletinin rekor denemesini görmek için mi can atacak? Geçin Allah'ınızı severseniz! Ben bu şehirde uluslararası olimpiyat denetçilerinin cadde cadde gezdiği en kritik günlerde, yetkililerin kendilerine verdiği, üzerinde "İstanbul 2008" yazan propaganda posterlerini "camını kirletiyor" diye asmayan bakkallar, manavlar, kasaplar gördüm!

Yarın öbür gün bir kaç idealist yöneticinin kişisel gayretiyle bu mücadeleden galip çıkıp ezkaza bir olimpiyat düzenlersek, futbol dışı branşlarda başımıza nelerin geleceğini, arada sırada yapılan daha küçük ölçekli sportif etkinliklerde bile bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Tenhalıktan dolayı antrenörlerin kendi aralarında yaptıkları konuşmalar çınlıyor koskoca stadyumlarda; maazallah biri boş bulunup geğirse, sesi canlı yayında bütün dünyada yankılanacak!

Ayrıca, böyle bir "kâbus"un gerçek olması sonucunda, nicedir çok ciddi bir "güvenlik" ve "konukseverlik" zaafiyeti içindeki İstanbul'da yaşanabilecekleri düşünmek bile istemiyorum doğrusu... Dünya televizyonlarında her gün ayrı bir rezalet izlemek zorunda kalacağız o zaman: "Rumen bayan voleybol takımının kızları İstanbul'da genelev mafyası tarafından topyekün kaçırıldı", "İngiliz futbol takımının koçu Taksim'de gezerken tinerciler tarafından jiletlendi", "Amerikalı sırıkçıları Hacıhüsrev'de sopayla kovaladılar", "Alman judocu önce soyuldu, sonra da ırzına geçildi", "Rus halterci Aksaray'da yediği köfte ekmekten zehirlendi, yapılan analizde yemeğinden kırmızı biber olarak kiremit tozu, et olarak da ayakkabı köselesi çıktı", "Taksiciler, kısa mesafe diye olimpiyat köyünden havalimanına gidip gelmeyi reddediyor, ısrar edenleri de dövüyor" ve daha niceleri... Bugün, uluslararası bir kongre için kente gelen üç-beş tane tonton bilim adamını bile doğru düzgün koruyamayan İstanbul Emniyeti, olimpiyatlar nedeniyle İstanbul'a akın edecek 150 bin kişiyi mi koruyacak? Bunu da geçiniz...

Türkiye, spor sevgisi ve kültürünün yalnızca üç-beş tane tesis kurmak olmadığını iyi bilen yabancı gözlemcilerin de çok doğru bir biçimde tesbit ettikleri üzere, 1990'lı yıllarda boş bir hayâl uğruna milyarlarca dolar harcadı. İnsan emeği, zaman ve nakit para olarak gerçekleşen bu inanılmaz enerji savurganlığı 2000'li yıllara da aynen taşındı ve hâlâ inatla sürdürülüyor. Oysa ki var olan bir kaç atımlık barutumuzu "Formula 1" gibi, bölgesel turnuvalar gibi daha küçük ölçekli organizasyonlarda pişmeye harcasaydık, düzenleyeceğimiz etkin tanıtım kampanyalarıyla futbol dışı branşları çocuklarımıza ve gençlerimize sevdirmeye çalışsaydık, şimdi belki de bu ilkel sportif mantalitemizde ciddi bir değişim yaşanıyor olacaktı. Ama olmadı, habire pahalı sunumlar yapıp durduk, iki kıtayı birleştiren şık grafik animasyonların bu ideale erişmek için yeteceğini sandık. Her seferinde işin aslını bilen jüri üyeleri bizi kibarca geri postaladılar. Sapına kadar da haklıydı adamlar...

Artık birileri çıkıp şu itirafı dürüstçe yapsın: Türkiye, tesisleri açısından değilse bile, toplumunun bugünkü yılgınlık, bezginlik ve boşvermişlik psikolojisiyle olimpiyat düzenlemeyi kesin olarak hak etmiyor. Çünkü olimpiyat düzenleme hakkı ancak Edirne'den Ardahan'a dek uzanan ortak bir ihtirasın eseri olarak sökülüp alınabilir. Biz ise daha ülkenin doğusundaki bazı yerlerde bayrağımızı gün boyu direkte tutmakta güçlük çekiyoruz.

Ha, bu olumsuz durum nereye kadar sürer? Tıpkı, bir zamanlar iki haftada paramparça edilen o ATM makinesi ve meşrubat otomatlarını doğru düzgün kullanmayı yıllar içinde öğrendiğimiz gibi (gerçi, söz konusu öğrenme bu kez de onları yerinden ustaca söküp çalmayı ve kredi kartı dolandırıcılığını doğurdu ya) bu konuda da biraz zamana ihtiyacımız var.

Gerçekçi olan hedef 2020'lerden daha sonrasına aday olmamız, bu zaman zarfında, bir yandan toplumsal bilinci geliştirip diğer yandan da yeni tesisler kurmamızdır.

Ki dinamik bir ülke olarak, o tarihe kadar başka ulusların elli yılda başardıklarını zaten başarmış oluruz.

Birileri sakın ola bana kızmaya falan kalkmasın; çünkü ne bir eksik ne bir fazla, beğensek de beğenmesek de durumumuz aynen böyle...


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi