T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 20 OCAK 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

Kürdistan'ın ulusal zenginliği: 'Van Gölü Canavarı'

Geride bıraktığımız hafta boyunca ulusal medyanın bir numaralı gündem maddesi, Mehmet Ali Ağca'nın -dört işlem fukarası görünümündeki- adalet teşkilâtımız tarafından yanlış bir hesap sonucu erken tahliye edilişiydi.

Bu ve benzeri konular ruhumu kararttığı için, son yirmi yıl boyunca kâh "Türkiye'yi kurtaracak sıkı bir vatansever", kâh "bütün insanlığa yol gösterecek olan İsa Mesih", kâh "Fatima'nın üçüncü sırrını bilen bir kâhin" olduğunu iddia eden bu karanlık adamdan ve onunla ilişkili bütün haberlerden inatla uzak durmayı tercih ettim.

Benim bu haftaki kişisel gündemim bambaşkaydı.

Toplum olarak siyasal gelişmelerle fazlaca yatıp kalkmaya alıştırılmışız ya; o yüzden yüzümüz hep asık, ruhumuz hep karamsar. Oysa bu memlekette her gün nice eğlenceli gelişmeler oluyor, fakat çoğumuz gündelik hayatımızda bunları teğet geçiyoruz.

Bu bakış açısının ışığında, kanımca haftanın asıl haber bombası, yıllar sonra yeniden hortlayan "sırtı tırtıklı" Van Gölü Canavarı'ydı. Bu "sırtı tırtıklı" mevzusunun bende gayet derin bir hatırası vardır; o yüzden geçenlerde medyada boy gösteren iki amatör gözlemcinin canavarı tarif etmek için kullandıkları o ünlü cümleyi burada bilhassa anmadan geçemedim. Şöyle ki;

Tarih, sanırım 1997 yılının Şubat ya da Mart ayı olmalı... Van'ı -"canavar" lafını duyunca sazan gibi atlayıp hemen oraya gidecek olan medya mensuplarının maaşlarıyla- kalkındırmayı kafaya koymuş işgüzar bir vali yardımcısı ansızın televizyonlarda boy göstermeye başladı ve "Valiliğin penceresinden bakarken, gölde oldukça cesametli bir yaratık gördüm" tarzında, gayet sansasyonel bir cümle yumurtladı. (Aynı bürokrat, daha sonra bu açıklamayı bölge halkının yararı için işkembe-i kübradan salladığını da itiraf edecekti.)

O zamanlar çalışmakta olduğum haber programının temel ilgi alanı da aynen bu tür gizemli olaylardı. Memlekette ve dünyada ne kadar uçtulu kaçtılı iş varsa, ertesi gün hemen olay mahalline damlıyorduk. Eğer ki gerçekten bir canavar görüldüyse, kendisini yakalayıp kameralar karşısında böğürtmek de doğal olarak en önce bizim görevimizdi. Kamuoyu, o tarihlerde karizmatik yapımcımızdan sorunu bir an önce çözüme kavuşturmasını bekliyor, program telefonlarına her gün düzinelerce istek geliyordu. Bundan dolayıdır ki "canavar" muhabbetinin patlak verişinden en fazla bir kaç gün sonra, kalabalık bir ekiple cümbür cemaat Van'a gittik.

Doğuda kışın en keskin günleri. Hava, tek kelimeyle buz kesiyor. Türkiye soğuk, Van ise daha bir soğuk. Tepemize lapa lapa kar yağarken, biz ise sanki Cannes Film Festivali'ni izlemeye gelmişçesine rahat tavırlar içinde, gölün şehir merkezine bakan tarafında iki kamera ve bir düzine adamla kıyıya yayıldık.

O kışı asla unutmam mümkün değil. Çünkü gölün kenarında, yoğun bir kar ve yağmur altında geçirdiğim onbeş günde zatürre olmanın eşiğinden dönmüştüm.

Ellerimizde dürbünler, suyun üzerindeki her türlü kıpırtıda, gözümüze farklı gelen her yeni dalga hareketinde yerimizden hopluyoruz. Tek bir hedefimiz var, o da Jurassic Park'taki dinozorlara benzeyen bir yaratığın şöyle ihtişamlı bir şekilde kafasını sudan çıkardığını görüntüleyebilmek. Bunu başardığımız dakika bütün raytingler ayağımızın altından öpecek!

Aslında hiçbirimiz böyle bir yaratığın gerçekten var olduğuna inanmıyoruz; fakat ekip üyelerinin birbirini kuru kuruya gazlamasına dayalı olan çalışma tarzımız yüzünden hiç kimse bir diğerine gerçek düşüncesini itiraf edemiyor. Öyle ya, nasıl bir mantıktır ki bu, nesli olmayan, türünün tek örneği durumundaki bir canlı koskoca gölde yalnız başına salına salına geziyor? Bu arkadaşı kim doğurdu, anası kim babası kim? Etobur mudur, yoksa otobur mu? Gölün sodalı sularında ne yer ne içer, nerede yaşar? Canı hiç evlenmek istemez mi, evlenmek istese boyu boyuna, huyu huyuna uygun kimi bulacak orada? Bu soruların bilimsel karşılığı ise koca bir sıfır elbette ...

Göl kenarındaki dondurucu nöbetlerimizin yanısıra, bir kaç kez de tekne tutarak açık sularda daha geniş ölçekli araştırmalara giriştik. Yapımcımız, bu turlar sırasında soğuktan iyice uyuşmuş durumdaki ekibi canlandırmak ve her geçen gün daha da monotonlaşan araştırmayı tekrar heyecanlı kılabilmek için sık sık göl üzerinde karşılaştığımız balıkçılara yanaşıyor ve onlara şu beylik soruyu yöneltiyordu:

"Selamünaleyküm hemşehrim, canavarı arıyoruz. Gördün mü sen bir şeyler?"

Gariban Kürt balıkçılar, muhabbet biraz daha uzun sürsün ve muhatapları tarafından daha bir ciddiye alınsınlar diye anında sallıyorlardı palavrayı: "He vallah, ben de onu görmüşem!"

Bunun üzerine patron hemen heyecanlanıyor ve "Yok yahu, deme! Pekiyi, nasıl bir şeydi gördüğün o yaratık?" diyerek konuyu derinleştiriyordu. İşte o zaman da karşı teknenin burnunda bize laf yetiştirenlerden şu can alıcı cevabı duyuyorduk: "Sırti tırtıhliydi!"

İşte, "canavarın sırtının tırtıklı olma mevzusu"nu göl üzerindeki bu renkli konuşmalardan dolayı gayet iyi biliyorum. Nitekim, geçen hafta amatör kamera görüntülerine yansıyan sopa gibi dümdüz o şeyin de "sırti tırtıhliydi". Çünkü malûm, böyle bir canavar biraz da dinozora benzemek zorundadır ya! Fantazi kurma kapasitemiz millet olarak şimdilik ancak bu kadarını üretebiliyor.

Göl kenarındaki öfke ve bıkkınlık dolu o nöbet günlerimizden canavarla ilgili olmasa bile yöreye ilişkin öylesine çok hatıram var ki... Bunlardan en ilgincini ise efsanenin her canlanışında tekrar tekrar hatırlar ve Doğu'nun o mâkus talihine hem ağlar hem de gülerim.

Ben ve arkadaşlar, göl sularını rahatça gören iki ayrı noktaya kameralarla birlikte konuşlandığımızda, doğal olarak bu heyecanlı koşuşturma yöre sakinlerinin de ilgisini çekmişti. İlk günlerde çevre köylerde yaşayan çoluk çocuk toplandı çevremize. Onlarla gayet eğlenceli bir muhabbet ortamı kurduk, yiyeceklerimizi, içeceklerimizi, sigaralarımızı paylaştık; ayrıca üstlerinin başlarının perişanlığını yakından gözlemleyerek yurdumuzun doğu sınırında yaşayan insanların hâli pür melali hakkında ilk elden ve gayet eğitici bir brifing alma fırsatı bulduk.

Daha sonraki günlerde ise yanımızda yöremizde birtakım genç ve erişkin kişiler belirdi... Bunlar, her ne kadar ilk anda konuksever bir yaklaşım içinde görünseler de bize karşı davranışlarında yine de belli belirsiz bir gerginlik hissedilmekteydi. Özellikle aralarından 20-25 yaşlarında görünen bir tanesi, gözlem yaptığımız sahaya günler boyunca ısrarla gelip gitti ve çaktırmamaya çalışarak çalışmalarımızın sonucunu kontrol etti. Bu ziyaretlerinde bir şey söyleyecekmiş gibi kendini sıkıyor, fakat her nedense o söyleyeceğini söyleyemeden yeniden basıp gidiyordu. Durumdan huylanmıştım, fakat deplasmandaydım ve huyunu suyunu iyi bilmediğim insanlarla da durup dururken takışmak istemiyordum.

Bu gergin arkadaş, göl kıyısında geçirdiğimiz birinci haftanın sonunda, en nihayet ağzındaki baklayı çıkardı: Yine lapa lapa kar yağan ve bizim de ruhumuzun donduğu bir günde, beni ekibin içinden yumuşakça kopartıp göle doğru uzaklaştırdı ve tam kıyıya geldiğimizde şu unutulmaz tehdidi savurdu:

"Bak Murat kardeş, buraya ait olan her şey gibi Van Gölü canavarı da Kürdistan'ın ulusal zenginliklerinden biridir. Bu canavarın görüntüsünü çekmek için bölge halkına haracınızı ödemek zorundasınız. Öyle bedavaya canavar filmi falan olmaz. Ekibinizin liderine söyle, bir 500 dolar hazırlasın. Yarın parayı almaya geleceğiz."

Serdeki tiyatroculuktan olsa gerek, ben böyle anlarda bayağı bir "cool" olurum. O anda da içimde kopan fırtınayı hiç ele vermedim ve "Bu benim de aklıma geldi fakat, size çekimden sonra ödeme yapmamız daha uygun olur diye düşündüm" dedim, "Hem belki canavarın umduğumuzdan çok daha güzel ve heybetli bir görüntüsünü çekeriz, o zaman size yapacağımız ödemenin miktarı da artar."

İşsizliğin ve umutsuzluğun yok edici sarmalında, kendisine göl kıyısında titreyen üç-beş tane televizyon muhabirini enayi yerine koyarak avanta çıkarmayan çalışan bu PKK müsveddesi küçük mafioso, o an kendisine ciddi ciddi cevap verdiğimi görünce bayağı bir şaşırdı ve "Haklısın, o hâlde bir kaç gün daha bekleyelim, iyi bir görüntüde miktar bin dolara çıkar, ona göre" dedi. Ardından da kalbi umutla dolarak uzaklaştı.

İşte, "Van Gölü Canavarı" efsanesi benim için o tarihten beri hep bu konuşmadan ibarettir. Ekonomik durumumun uygun olduğu en kısa bir zamanda, olayların geçtiği gerçek mekânlarda en azından bir kısa filme dönüştürülmesi gereken, her saniyesi traji-komik öğelerle yüklü, tamamen gerçek bir Türkiye öyküsü...

Bana hâlâ canavarı mı soruyorsunuz; emin olun ki yok! O gölü belki de hiç kimse bizim kadar gezip hallaç pamuğu gibi atmamıştır. Böyle bir şey yok, bilimsel verilere göre olamaz da. Fakat Van'da yoksulluğun, sevgisizliğin, işsizliğin ve iki yönlü ırkçılığın doğurduğu bir başka canavar var ki o bütün heybetiyle yaşıyor.


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi