T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 24 ŞUBAT 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


LAİKLERİN İPİ ÇEKİLDİ, SIRA İSLÂMCILARDA; ANCAK...

Fukuyama, birinci sınıf bir düşünür değil; ama Huntington ile birlikte Soğuk Savaş'tan sonraki süreçte, Amerika'nın küresel stratejilerini ve politikalarını birinci derecede etkileyebilen iki ana "itirafçı"dan biri.

Huntington ile Fukuyama, Amerika'nın, İslâm dünyası üzerinden ürettiği hegemonyasının dayanması gereken fikirleri geliştiren kişilerin başında yer alıyorlar.

Gerek Fukuyama, gerekse Huntington'ın temel sorunu, görünenlerin aksine beklenmedik şekilde çatırdayacağı gözlenen Amerikan hegemonyasını tehlikeye sokacak yegane aktör olan İslâmî söylemlerin yükselişinin önünün nasıl kesilebileceği meselesidir. (İslâm dünyasındaki laik elitlerin de temel kaygısı bu. O hâlde, bu "figüran"ların kendi ülkelerinin menfaatlerini mi, yoksa Batılıların menfaatlerini mi koruyup kolladıkları meselesi üzerinde biraz derin derin düşünmeleri artık şart).

Gelinen nokta kafa karıştırıcı: ABD ve Batı bloğu, İslâm dünyasında Batılıların çıkarlarını korumaktan başka bir iş/lev/leri olmayan yerli laik elitlerin, İslâmî söylemlerin yükselişe geçmesini engelleyememeleri üzerine, laikleri defterden sildi. İslâmî söylemlerin derinlerde kök saldığını farketti. Şimdi İslâmî söylemleri bizzat İslâmcı elitler eliyle sulandırma, hadım etme ve devre dışı bırakma projesini uygulamak üzere kolları sıvadı. Amerika'nın kontrolünde olacak kukla İslâmcılar arıyor. Bulabilir mi? Kısa vadede evet gibi; ama uzun vadede hayır.

Çünkü "ılımlı İslâm" projesinin iktidarlarını sürdürebilmelerinin tek dayanağı olduğunu bile göremeyecek kadar sığ olan laik elitler, İslâm'dan nefret ediyorlar. İslâmcı elitlerse, böyle bir projenin İslâm'ın tarihî medeniyet yürüyüşüne içerden büyük bir darbe vurarak, Müslüman toplumları içerden teslim almayı hedeflediğini görmekte zorlanmayacaklardır. Laik elitlerdeki asalaklığın ne kadar pahalıya patladığını görüp Müslüman asaletliyle kuşandıkları zaman tabii ki.     YUSUF KAPLAN


AMERİKA, IRAK'TA YOL AYRIMINDA

  • FRANCIS FUKUYAMA (*)
    Irak savaşının başlatılışının üçüncü yıldönümüne yaklaşırken, tarihin, bu müdahaleyi ya da bunu canlı tutan fikirleri hoş karşılamasının ihtimal dışı olduğu gözleniyor. Irak'ın ve Ortadoğu'nun demokratikleştirilmesi projesini dayatanlar, herkesten çok Bush yönetiminin içindeki ve dışındaki neo-con'lardı (yeni-muhafazakârlar).

    AMAÇLARLA ARAÇLAR KARIŞTIRILDI

    Irak'ta rejim değişikliğini propaganda eden kararlı sesler olmakla taltif edilen (veya suçlanan) aktörler bunlardı. Ancak önümüzdeki aylarda ve yıllarda en fazla eleştirilecek ve sarsılacak şey, neo-conların idealist gündemleridir.

    Eğer ABD, Irak'ta uğradığı hezimetten sonra, dünya sahnesinden çekilecek olsaydı, bu büyük bir trajedi olurdu; çünkü Amerikan gücü ve etkisi, dünyada açık ve daha demokratik bir düzenin tesis ve temin edilmesinde kritik öneme sahiptir. Neo-conların gündemlerindeki problem, amaçlarında değil, bu amaçları gerçekleştirmek için başvurdukları aşırı militer araçlarında gizli. ABD'nin dış politikasının ihtiyaç hissettiği şey, sığ ve ikiyüzlü gerçekçilik değil, araçların amaçlara daha fazla uygun olmasını sağlayan "gerçekçi bir Wilsonculuk"un formüle edilmesidir.

    İyi de, neo-conlar, kendi belirledikleri hedefleri tersyüz edecek kadar ipin ucunu nasıl oldu da kaçırdılar? Böyle bir kökeni olan bir grup, terörizmin kök-nedeninin Ortadoğu'da demokrasi eksikliği; ABD'nin bu problemi hâl yoluna koyabilecek bir bilgeliğe ve kabiliyete sahip olduğu ve demokrasinin Irak'a çarçabuk ve acısız-sancısız götürülebileceği sonucuna nasıl oldu da ulaşabildi ki? Neo-conlar, bu noktaya gelmeyebilirlerdi; ama Soğuk Savaş'ın sona eriş biçimi böylesi bir sonucu doğurdu.

    AMERİKAN HEGEMONYASININ BİTİŞİNİN NEDENLERİ

    Soğuk Savaş'ın sona eriş biçimi, Irak savaşı destekçilerinin düşüncelerini iki şekilde şekillendirdi: Birincisi, bütün totaliter rejimlerin, dışardan gelecek küçük itme'yle çatırdayabilecek kadar çürük olduğu beklentisini yaratması. Bu, Bush yönetiminin ortaya çıkan acil durumu neden uygun bir şekilde planlamakta başarısız olduğunu iyi açıklar. Savaşın destekçilerinin demokrasinin, kurum-inşa eden ve reform yapan uzun vadeli bir süreç olmaktan çok, baskı yoluyla rejim değişikliği gerçekleştiği zaman toplumların yeniden döndükleri ihtiyatî bir durum olduğunu düşündükleri anlaşılıyor. Siyasî bir sembol ve düşünme düzeneği olarak neo-konservatizm (yeni-muhafazakârlık), artık benim destekleyemeyeceğim bir şeye dönüşmüş durumdadır.

    Bush yönetimi ve neo-con destekçileri, dünyada, Amerikan gücünün ve hegemonyasının işleyiş ve işletiliş biçimine gösterilen tepkiyi de yanlış anladılar; anlayamadılar. Elbette ki, Soğuk Savaş dönemi, Washington'ın önce eyleme geçtiğini, daha sonra eylemini meşrûlaştırma ve müttefiklerinin desteğini alma yoluna gittiğini gösteren yığınla olaya şahit olmuştur.

    Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde dünya politikası, bu tür bir güç egzersizinin müttefiklerin gözünde daha fazla problemli olarak görülmesine yol açacak şekilde pek çok bakımdan değişikliklere uğramıştır. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra çeşitli neo-con yazarlar, ABD'nin, gücünün küçük bir kısmını dünya üzerinde kurduğu "lütufkâr hegemonya"sını tesis etmekte kullanarak, bütün gücünü, dünyanın en tehlikeli devletleri olarak nitelenen "haydut devletler"i hizaya getirme konusunda yoğunlaştıracağını ifade ediyorlardı.

    ABD'nin, diğer güçlerin çoğundan daha çok lütufkâr olduğu fikri, saçma bir fikir değildir; ancak ABD'nin dünya ile ilişkilerinin Irak savaşının başlamasından çok önceleri değiştiğini gösteren uyarı sinyalleri çoktan ortaya çıkmıştı. Küresel güçteki dengesizlik, fazlasıyla büyümüştür. ABD, gücünün her boyutunu ulaşılamayacak ölçülerde kullanarak bütün dünyadaki tüm diğer güçleri fazlasıyla bastırmıştır.

    "LÜTUFKÂR HEGEMONYA"NIN AÇMAZLARI

    Dünyanın, ABD'nin o "lütufkâr hegemonya"sını kabul etmeyişinin başka nedenleri de vardı. Her şeyden önce, bu "lütûfkâr hegemonya", ABD, diğer güçlerden daha "erdemli" olduğu için, gücünü, diğer ülkelerin kullanmaya cesaret bile edemeyeceği yerlerde ve şekillerde kullanabilecek bir güçtür öncülüne dayanıyordu.

    Bu lütufkâr hegemonyanın karşı karşıya kaldığı bir diğer problem de içeriyle, iç politikayla ilgili bir sorundu: Amerikalıların çoğu, Irak'ın yeniden inşasının başarılabilmesi için ne gerekirse yapılmasını istiyor olmalarına rağmen, işgalden sonra gelinen nokta, Amerikan halkının her bakımdan böylesine pahalıya patlayan müdahaleler için iştahının artmamasıdır. Kaldı ki, Amerikan halkı, esas itibariyle, emperyal bir halk değildir.

    Son olarak "lütufkâr hegemonya", hegemon'un, yalnızca iyi niyetli değil, aynı zamanda, becerikli olmasını da varsayıyordu. Avrupalılardan ve diğer ülkelerden Irak işgali dolayısıyla ABD'ye yöneltilen eleştirilerin pek çoğu, ABD'nin işgal için Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'nden izin almadığı şeklindeki ahlâkî bir kaygıya dayanmıyordu; aksine, ABD'nin işgal için müsait bir zemin oluşturmadığı ve Irak'ı demokratikleştirmeye çalışmanın ne demek olduğunu bilemediği inancına dayanıyordu. Amerika'yı eleştirenler, ne yazık ki, hayli önseziliydiler.

    "İSLÂMCILIK TEHLİKESİ" ABARTILDI

    Amerika'nın en büyük yanılgısı, ABD'ye karşı radikal İslâmcılık'tan gelen tehlikeyi bir hayli abartmış olmasıydı. Caydırılması zor gibi gözüken teröristler bizatihi bir tehdit oluşturmalarına rağmen, savaş taraftarları, bunu, Irak'tan gelen tehditle ve "haydut devlet / uranyum zenginleştirme problemi"yle yanlış bir şekilde birbirine karıştırıyorlardı.

    Şu ân, neo-con hareketin ömrünü tamamladığının anlaşıldığı bir zaman diliminde, ABD'nin dış politika konseptini yeniden tanımlaması gerekiyor. Her şeyden önce, "terörizmle küresel savaş" olarak adlandırdığımız şeyi askerî terimlerle ve yöntemlerle sürdürmekten vazgeçmemiz ve daha başka siyasî enstrumanlar ve yöntemler geliştirmemiz gerekiyor.

    Afganistan'da, Irak'ta ve uluslararası cihadist harekete karşı vur-kaç taktikleriyle savaş veriyoruz; ki, bu savaşları mutlaka kazanmak zorundayız, tabii ki. Ancak daha büyük ve geniş kapsamlı bir mücadele için, "savaş", yanlış bir metafordur. Cihadist meydan okumayla baş edebilmek, askerî bir mücadeleyi değil, dünyanın dört bir köşesindeki Müslümanların gönüllerini ve akıllarını kazanmayı mümkün kılacak siyasî bir mücadeleyi gerektirir. Fransa'da ve Danimarka'da yaşanan son olayların da gösterdiği gibi, Avrupa, bu süreçte, merkezî savaş alanı olacaktır.

    ABD, diğer ülkelerle karşı karşıya kaldığı sorunlarını meşrûlaştırmak için "gönüllüler koalisyonları" gibi girişimlere başvurmaktan çok daha iyi ve parlak yöntemler geliştirmek zorundadır. Dünya, kolektif eylemlerde meşrûiyeti sağlayacak etkin uluslararası kurumlardan yoksundur. Muhafazakârların Birleşmiş Milletler'e yönelttikleri şu eleştiri oldukça ikna edici bir eleştiridir: BM, her ne kadar, barışı koruyucu ve ulus-inşâ edici operasyonlarda faydalı olsa da, aslında, demokratik meşrûiyetten ve ciddî güvenlik sorunlarıyla etkili bir şekilde baş edebilmekten uzaktır. Çözüm, bölgesel ya da işlevsel çizgilerde organize edilen zaman zaman birbiriyle örtüşen, zaman zamansa yarışan işler ve işlevler üstlenen "çok-çoktaraflı bir dünya"nın kurulması yönünde çalışmaktır.

    İSLÂMCILARA RAĞMEN BAŞARILI OLUNAMAZ

    Yeniden düşünülmesi gereken son alan ise, Amerikan dış politikasındaki demokrasi götürme girişiminin yeridir. Irak savaşından kalacak en kötü miras, ABD'nin dost diktatörlüklerle işbirliği yapmasını öngören ikiyüzlü realist politikalarla tecrit edilmesine yol açacak gelişmelerin işin cabası olacağı anti-neo-con çatışma'dır. Dolayısıyla, yöneticilerin yurttaşlarına nasıl muamele ettikleri meselesine dikkat çeken Wilson'cu yaklaşım, doğru bir yaklaşımdır; ancak bu yaklaşımın, Bush yönetiminin ilk döneminde ve neo-con müttefiklerinde eksik olan belli bir gerçekçilikle desteklenmesi gerekiyor.

    Ortadoğu'ya demokrasi ve modernleşme götürmek, cihadist terörizm sorununa karşı bir çözüm değildir. Radikal İslâmcılık, modern, pluralist topluma geçişi beraberinde getiren kimlik kaybı sorunundan neşet eden ve yükselişe geçen bir fenomendir. Daha fazla demokrasi; daha fazla yabancılaşma, radikalleşme ve terörizm sonucunu doğuracaktır. Bununla birlikte, biz ne yaparsak yapalım, İslâmcı siyasî grupların daha fazla siyasî katılım gerçekleştirmeleri her zaman kaçınılmaz görülüyor; o yüzden, daha fazla siyasî katılımın önünün açılmasının, radikal İslâmcıların, Müslüman toplumların [bu toplumlarda hâkim olan seküler / Batı güdümlü-YK] siyasî bünyelerine dahil edilebilmelerinin tek yolu ve panzehiri olduğu anlaşılıyor.

    İran'ın ve Kuzey Kore'nin nükleer programlarına karşı takınılan ihtiyatlı çoktaraflı yaklaşımda gözlendiği gibi, Bush yönetimi, ilk döneminin mirasını terk ediyor. Ancak ilk dönem dış politika mirası ve neo-con destekçileri, ABD'nin ideallerini ve çıkarlarını nasıl uygun bir şekilde dengeleyebileceği meselesi hakkında makul bir tartışma yürütmenin sürgit zorlaşmasına yol açacak kadar kutuplaşmanın, yol ayırımının eşiğine gelmiş durumdadır.

    İhtiyaç duyduğumuz şey, ABD'nin dünyayla nasıl ilişkiler kurması gerektiği konusunda yeni fikirlerin geliştirilmesidir. Bu yeni fikirler, insan haklarının evrenselliğine olan neo-con inancı sürdürecek ama ABD'nin gücünün ve hegemonyasının bunları hayata geçirme konusundaki yeterliliği ve kabiliyetleri konusunda illüzyona kapılmayacak fikirler olmak zorundadır.

    *Francis Fukuyama'nın bu makalesi, gelecek ay Profile Books tarafından piyasaya sürülecek "After the Neocons: America at the Crossroads" (Neo-conlardan Sonra: Amerika Yol Ayırımında) başlıklı yeni kitabından yapılan özet bir alıntıdır. Bu metin, 22 Şubat 2006 tarihli The Guardian gazetesinden çevrildi.

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi