T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Türkiye nerede duruyor?

Türkiye, 11 Eylül sonrası dünyasına ayak uydurmakta zorlanıyor. Devleti ile, hükümeti ile, kamuoyu ile… Ortaya çıkan 'uluslararası gerilim'le birlikte Körfez Savaşı 'analoji'si de başladı.

'Bir koyup üç almaya kalktık, hava aldık' gibilerinden 'hatırlatmalar'la 'aynı hataya bir daha düşmemek' uyarıları yapılıyor. Bakın arşivlere, ağzından çıkan böyle bir sözü olmamasına rağmen Turgut Özal, ölümünden sekiz buçuk, Körfez Savaşı'ndan on yıl sonra yine 'eleştiri salvoları'na maruz kalıyor.

Bütün bunların vardığı nokta basit: Körfez Savaşı'nda hata yapılmış olduğuna göre, bu kez Amerika'nın peşine takılmamak gerekiyor.

Peki, Körfez Savaşı'nda ne hata yapıldı?

Hatadan kasıt, Irak'a karşı Amerika önderliğinde oluşturulan 'uluslararası koalisyon'un dışında kalmak yani bir tür 'tarafsızlık' politikası uygulamak idiyse, hataların en büyüğü bu olurdu. Çünkü, 'uluslararası koalisyon' Türkiye'siz kurulacaktı. Irak petrolünün çıkışı yine engellenecekti. Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı yine çalıştırılmayacaktı. İskenderun Körfezi ile Kıbrıs arasında Altıncı Filo dikilecek ve BM Güvenlik Konseyi kararları uyarınca, Irak petrolünün uluslararası pazarlara çıkışı önlenecekti. Türkiye, hem Amerika ve hem de 'uluslararası koalisyon' ile karşı karşıya kalacaktı.

Türkiye'nin o özel ve ünlü 'jeopolitik konumu' ve Körfez Krizi'nin tabiatı, 'tarafsız' kalmayı imkansız kılmıştı.

Ürdün gibi davranılamaz mıydı? Ürdün, bir yandan Irak ile kapılarını ve Akabe limanını açık tutmuş; diğer yandan Amerika ile ilişkilerini koruyabilmişti…

Hayır, davranılamazdı. Ürdün'ün, 'Ortadoğu'lu' veya 'Avrupa'lı' olmak gibi bir 'ikilem'i söz konusu değil. Nüfusunun yüzde 65'i Filistin kökenli ve İsrail'in yanıbaşında. Toplam nüfusu İstanbul'un üçte biri kadar. Türkiye ile Ürdün'ü kıyaslamak, Türkiye'yi 'küçük görmek'tir.

Körfez Krizi ve onu izleyen savaş, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ve 'tek kutuplu uluslararası sistem'in oluşmasının türevlerinden biriydi. Türkiye, bir 'temel tercih' yapmak ile 'tarih kavşağı'nda yüzyüze kalmıştı. Ya, kendisini 'Üçüncü Dünyalı karakteristikleri'ne rehin addederek davranacak veya 'Batı sistemi'nin bir parçası gibi tavır alacaktı. Turgut Özal, ikincisini tercih etti ve bunu yaparak Türkiye'yi 'yeni küresel jeopolitik'te önemli bir yere yerleştirmiş oldu.

Bu, kendi deyimiyle, Türkiye'yi 'dünyanın birinci lig ülkeleri arasına' taşımakla ilgiliydi. 'Kriz'in ve 'Savaş'ın ilanihaye sürmeyeceği gerçeğinden hareketle, 'bir gün masaya oturulacak' diyordu. Mesele; 'masaya oturulduğunda, Türkiye'nin masada olup olmaması meselesi' idi. 'Pro-aktif' bir politika izleyen Türkiye, masada yerini 'rezerve etmiş' olacağı için, Türkiye'nin kaderini ilgilendirecek gelişmelere de müdahale edebilecekti.

Ya, Körfez Savaşı'nda uğranılan ve şimdilerde 35-45 milyar dolar diye hesaplanan Türkiye'nin zararlarına ne demeli?

Türkiye, bu zararlara aldığı 'siyasi tavır' nedeniyle mi uğradı diye karşı-soruyu yöneltmek gerekir. 'Zarar'ın sebebi, Saddam'ın Kuveyt'ı işgaliyle ortaya çıkan 'uluslararası bunalım'dır. Irak'ın petrol sevkiyatının ve ticaretinin BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla zaten durdurulmuş olmasıdır. Zarar, Türkiye'nin o dönem izlediği politika nedeniyle ortaya çıkmamıştır.

Kaldı ki, Türkiye, o politikası sayesinde Amerika'nın Körfez ülkeleri (Birleşik Arap Emirlikleri, S.Arabistan ve Kuveyt) üzerine uyguladığı baskı nedeniyle, şu sırada kendisini önemli 'askeri güç' sağlayan F-16 projesinin finansmanını sağlamıştır. Bir yıl boyunca Suudi Arabistan'dan para ödemeden petrol almıştır. Yani, 'objektif şartlar'ın vereceği zarar, olabildiğince 'asgariye' indirilmiştir.

Bir başka gerçek: Türkiye'nin son on yılda kötü yönetim nedeniyle, ekonomisinde uğradığı zarar 195 milyar dolar! Buna ne buyurulur?

Körfez Savaşı analojisi, Türkiye'nin şimdilerde kabuğuna büzülmesi politikasına yardımcı oluyor. Oysa, 11 Eylül sonrası şartlar, 'Yeni Dünya Düzeni'nin şimdilerde gerçekten oluşuyor olması, Türkiye'ye çıkarları itibarıyla, tam da, kabuğuna çekilmemesini emrediyor.

Gelgelelim, hükümetin yanısıra diğer 'karar merkezleri'nden çıkan sesler ve yayılan hava; Türkiye'nin 'yönetici sınıfı'nın tıpkı kamuoyunun bazı bölümleri gibi, 11 Eylül 2001 sonrasının 'ne anlama geldiğini' kavrayamadığını gösteriyor.

Örneğin, MGK'nın geçen hafta yaptığı açıklamanın dili ve vurguladığı hususlar. Amerika ile birlikte olmayı öylesine şartlara bağlıyor ki, Amerika'ya destek ve dayanışma bir 'retorik' haline geliyor ve kendisini adeta 'sıfır'la çarpmış oluyor.

Bu arada Orgeneral Hurşit Tolon'un 'NATO'nun 5. maddesinin işletilemeyeceği' yönündeki sözleri de dikkat çekici. Amerika, Brüksel'deki NATO toplantısında müttefiklerinden somut taleplerde bulunmadı. Durum bu iken, NATO'nun 5. Maddesinin işletilebileceğine Türkiye'den yükselen itirazın; ortada somut talepler yokken, MGK bildirisinde 'nelerin yapılamayacağını' ifade eden 'caydırıcı cümleler'inne gereği var? Bunlar, nasıl bir 'diplomasi anlayışı'nın eseri?

Türkiye, hem Amerika'yla -o da 'mecburen'- yürümek istiyor; hem de 'ayak sürüyor' gibi bir izlenim veriyor. Rusya'ya bakın: Vladimir Putin, daha önemli bir 'tarihi kavşak' noktasında Turgut Özal'ın 1990-91'deki rolünü Rusya hesabına çalmış durumda.

Rusya, Putin'in attığı adımlarla Batı dünyasında Türkiye'ye karşı tayin edici bir 'jeopolitik üstünlük' sağlıyor. Bunun, Türkiye'yi önümüzdeki yıllarda 'jeopolitik' açıdan 'marjinalize etmesi' ve böyle bir gelişmenin Türkiye açısından bir 'beka tehdidi' oluşturması tehlikesi söz konusu.

Devam edeceğiz…


3 Ekim 2001
Çarşamba
 
CENGİZ ÇANDAR


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED