T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Hani bizim de önümüz açılacaktı?

Son günlerde etrafında epeyce gürültü kopan bir diğer yasa tasarısı olan "İş Güvencesi Yasa Tasarısı" da nihayet Meclis Genel Kurulu'na indi ve 15 Mart 2003'den itibaren yürürlüğe girmek üzere yasalaştı. Tasarı hakkında yazılıp çizilenler, yapılan açıklamalar gazetelerin "Ekonomi" sayfalarına sıkışıp kaldığı için, tartışmada taraf olanların düşünceleri ve tavırları hak ettiği ilgiyi lâyıkıyla göremedi. Oysa bana göre, AB'ye uyum yasalarının hemen ardından yaşanan bu tartışma kimin neyin peşinde olduğunun anlaşılması açısından turnusol kağıdı rolü oynuyordu. "Yaşasın, ülkenin önü nihayet açılıyor!" diye ortalığı birbirine katan pekçok kişi ve merkezin sıra bütün "medeni ülkeler"in "olmazsa olmaz"ları arasında bulunan "İş Güvencesi"ne gelince "medeni" ya da "modern" olmaktan nasıl tornistan ettiklerine milletçe bir kez daha şahit olduk. "İş Güvencesi Yasa Tasarısı"na ellerinden geldiğince itiraz edenler kabaca iki gruba ayrılıyordu: 1- "Türk kapitalizmi"nin ruhuna uygun olarak hep alıp bir türlü vermek istemeyen işveren çevrelerinin sözcüleri. 2- "Liberallik olsun", "Küreselleşme yandaşlığı olsun", "Modernlik olsun" diyerek en uç örneğini Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün'ün temsil ettiği "Türk burjuvazisi"nin peşine takılmayı marifet sanan gazeteciler. Hemen sıkılmayın, daha eğlenceli olsun diye ikinci kategoriden başlayalım:

Kimi yazılarından zevkle alıntılar yaptığımız Sabah'tan Gülay Göktürk yine liberalliğinin iyi günlerinden birindeydi herhalde. Göktürk, karı kocanın boşanmasının artık tek başına "Anlaşamıyorum" beyanına bağlandığı, bir babanın çocuğunu evlatlıktan reddetmek için haklı gerekçe göstermesinin aranmadığı bir Türkiye'de "İş Güvencesi"nin varlığının çok münasebetsiz kaçacağını ileri sürüyordu: "Ama işveren 'gerekli gördüm, tazminatını verdim, attım' deyip bitiremiyor. O, herhangi bir işçisini işten çıkarabilmek için haklı gerekçeler ortaya koymak ve bu gerekçeleri mahkeme önünde ispat etmek zorunda." Görüyorsunuz değil mi, alaturka liberalizm açısından -aynen "Türk burjuvazisi" açısından olduğu gibi- bir işçinin işten çıkarılması "atmak" fiiliyle pekâla ifade edilebiliyor! Göktürk'ün kaleminden çıkanlar tabii ki bundan ibaret değil. Hızını alamamış olacak ki "mülkiyet hakkını" hatırlayarak şu tespitlerini de sıralayabiliyor: "İşveren elbette 'keyfi' davranacaktır. Çünkü o işyeri onun mülkiyetindedir. (...) Bunu inkar etmek, mülkiyet hakkını tanımamak, kapitalizmin özünü inkar etmektir."(!) Neyse, uzatmaya gerek yok; "aile" ve onu düzenleyen hukukla "çalışma hayatı" ve onu düzenleyen hukuku aynı havana koyan bu satırlar belki de şu aralar mal mülk sahibi olmanın getirdiği sevinçle Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı"na ilişkin 35. maddesinin tekrar okunmasından kaynaklanıyordur!

İkinci gazetecimiz Hürriyet'ten Ertuğrul Özkök'tü. Göktürk'ün yazısı için "belki" diyerek aradığımız neden Özkök'ün yazısında apaçık ortada, çünkü yazar "Evet ben çok iyi biliyorum. Çünkü ben şirket yöneticisiyim ve ben de geçen yıl işten epeyce insan çıkardım" diyor. Bir gazeteci için ne "talihsiz" sözler... Sizi bilmem ama ben bu satırlarda bu insanın şu fani dünyada biraz da "işten epeyce insan çıkarabilme" arzusuna kavuşmasının sevimsiz bir itirafını buldum! Sanmayın ki "Asla işçi çıkarılamaz!" diyorum; "ekonomi"nin o kadar da yabancısı değiliz herhalde... Fakat bu bambaşka bir şey; Özkök'e o satırları yazdıran saik bence -çok kısa olarak- bir başka daireye, "işten epeyce adam çıkarabilenler" dairesine dahil olabilme başarısının gizlenemez neşesinden başka bir şey değil!

Neyse "analiz"i bir kenara bırakıp Özkök'ün "İş Güvencesi Tasarısı"na karşı çıkarken dayandığı argümanlara göz atalım: Özkök de aynen TİSK Genel Sekreteri gibi "Olmayan işin güvencesi olur mu?" diye soruyor. (Uzatmak istemiyorum ama bu argüman kendi içinde çok tutarsız. Eğer "iş yok"sa tabii ki mantiken 'güvencesi' de olmayacaktır. Peki o zaman bu yaygaranın nedeni ne!) Hürriyet yazarının Türkiye'nin içinde bulunduğu büyük "gelir dengesizliği" hakkında da - "İş Güvencesi" bağlamında- enteresan fikirleri var: "Şunu maalesef içim acıyarak yazıyorum. Bu gelir dengesizliği, aslında çok sayıda insanın iş güvencesidir."(!) Nasıl mı? Cevabı çok kolay; "Çünkü Türkiye birçok iş dalında hâlâ ucuza insan çalıştırmak zorundadır." Madem ki Bulgaristan, Suriye ve Moldova'da aylık ücretler 100 dolardır, o halde "siz 300 dolara işçi çalıştırırsanız, o fabrikanın ürettiği ürünün rekabet şansı sıfırdır. O fabrika anında kapanır ve bir bakarsınız, ertesi gün komşunuzda açılmış."

Ekmeğin kimin ağzında olduğunu görüyorsunuz değil mi? Dolayısıyla size ne "İş Güvencesi"nden filan; alın ayda 100 dolarınızı ve fabrikasını Moldova'ya taşımayan işvereninize şükredin! Nitekim Özkök, ısrarla soruyor: "Onun (yani Bulgar ya da Moldovalı'nın) iş güvencesi yok, ama sizin var. İşsiz bir insan olsanız, hangisini tercih edersiniz." Yani kısaca "kırk satır mı..." hikayesi...

(Şeytan ne diyor biliyor musunuz? Geç işverenin karşısına ve aybaşında vezneden eline sıkıştırılan 100 doları kendisine uzatarak "Al bu parayı ne yaparsan yap... Sanayileşme de, 'bilgi toplumu' da, 'küreselleşme' de hepsi senin olsun, ben köyüme dönüyorum!" de ki ve bu iş de burada bitsin!)

İşte böyle... Gördüğünüz gibi, "erbab-ı kalem"e laf yetiştirmekten "Türk burjuvazisi"nin temsilcilerinin "İş Güvencesi" aleyhine yaptığı açıklamalara pek yer kalmadı. En iyisi iki ayağımızı bir papuca sokmayalım ve bu faslı da yarın gözden geçirelim.


13 Ağustos 2002
Salı
 
KÜRŞAD BUMİN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED