AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Baştan 'iddia' diyemedi,
şimdi 'ikna zorluğu' çekiyor

3 Eylül tarihli Hürriyet'te yer alan "Önde gelen PKK'lı, örgüt tarafından öldürüldü" şeklindeki "mahreçsiz, imzasız, kaynaksız ama sürmanşet"i 4 Eylül'de eleştirmiş, gazetenin sonraki haber takiplerini de dünkü Kronik Medya'da "Hürriyet 'infaz'da ısrarlı" başlığıyla aktarmıştık. Bu yazının çıktığı gün olay gene Hürriyet'in sürmanşetindeydi. "Doğrulatılmamış, tek taraflı iddialar nasıl haberleştirilir?" faslından son kötü örnekle ilgili olarak kendimizi bir kez daha "haber takibi" yapmakla yükümlü hissediyoruz...

Hürriyet gene yaptı yapacağını; tek taraflı bir iddiayı sırf "devlet"ten geldi diye hakikat hükmünde haberleştirdi ("gene" demek lazım) ve o gün bugündür kendisi debelenip duruyor, bizi de kendisiyle birlikte sürüklüyor... Hürriyet, 11 Eylül tarihli haberiyle bu işe nokta koydu galiba... Biz de son bir değerlendirme yaparak bu faslı kapatalım...

Önce "yeni başlayanlar" için kısa bir hatırlatma...

Hürriyet'in 3 Eylül tarihli ilk haberi, KADEK Yönetim Kurulu üyesi Engin Sincer'in örgüt tarafından ölüm cezasına çarptırıldığı, cezasının 15 Ağustos'ta infaz edildiği (Hürriyet'in kelimeleriyle "kurşuna dizildiği") ve örgütün bunu gizlediği yönündeydi... Haberde Sincer'in öldürülmesinin nedeni olarak onun "Topluma Kazandırma Yasası'nı desteklemesi" gösteriliyordu...

Kronik Medya'da (4 Eylül) bu sürmanşetin mahreçsiz, imzasız ve kaynaksız oluşuna dikkat çekmiş; haberin belli ki "istihbaratçılar" tarafından Hürriyet'e aktarıldığını ima etmiş; bu tür "tek taraflı, doğrulatılmamış" haberlerin, haberi aktaran kim olursa olsun mutlaka "iddia" rezerviyle yansıtılmasının bir gazetecilik standardı olduğunu belirtmeye çalışmıştık...

'KESİN DİL'E DEVAM...

Sonraki günlerde gazete, "Hürriyet yazdıktan sonra Sincer'in öldüğünü kabul ettiler ama bu defa da kaza kurşununa kurban gittiğini öne sürüyorlar" diye aynı "kesin dil"le izlemeye devam etti haberini... Gazete 8 Eylül'de otopsi raporunu açıkladı: Ölüm nedeni, göğüsten giren tek kurşundu.

10 Eylül'de, bu defa gazetenin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök eğildi konuya ve "Devlet bir şey yaptı mı hançerelerini çatlatırcasına haykıranlar"ın bu olayda sessiz kalmasını eleştirdi. Özkök, haberde öne sürülen şeyin hiç değilse bu aşamada bir "iddia" olduğunu unutması bir yana, herkesi aynı şekilde davranmaya çağırıyordu... Oysa yapabileceği maksimum şey, "herkes"i, bu olay üzerindeki sis perdesini açığa çıkarmak için harekete geçmeye çağırmak olabilirdi. Çünkü gerçekten de çok karışık bir meseleyle karşı karşıyaydık...

Hürriyet, Türk basınında yalnız başına izlediği haberi (galiba öbür gazeteler o kadar emin değil "infaz"dan), 11 Eylül'de yeniden sürmanşete taşıdı. Habere göre, otopsi raporunda Sincer'in cesedinde bir değil iki kurşun saptanmıştı, öbürü koldaydı...

GİZLENECEK RAPOR...

Açık söyleyelim, Hürriyet, bu rapora hiç bulaşmayıp meseleyi kapatsaydı çok daha iyi ederdi. Çünkü raporla Hürriyet okurlarının kafası biraz daha karışıyor... Mesela rapordan şu cümle: "Cesedin göğüs ve sağ kol üst tarafı olmak üzere iki adet ateşli silah mermi çekirdeğinin isabet etmiş olduğu; sol kola isabet eden mermi çekirdeğinin kişide öldürücü mahiyette bir yaralama meydana getirmemiş olduğu..."

Buradan ne çıkar? Cesette üç kurşunun olduğu... Peki Hürriyet'in başlığı ne? "Otopsi raporu: 2 kurşun var..." (Unutmayın, 8 Eylül tarihli haberde, otopside "göğüste tek kurşun" tespit edildiğini yazmışlardı.)

Gene rapordan şu cümle: "(...) Silopi C. Başsavcılığı'nca gönderilmiş olan belgede şahsın ateşli silah yaralanmasına maruz kalmış olduğu ve sırt bölgesindeki kurşunun çıkarıldığının belirtildiği dikkate alındığında şahsın göğüs bölgesindeki yaralanmanın ateşli silah yaralanması olduğunun kabulü gerektiği anlaşılmıştır."

Görüyorsunuz, otopsi raporu aslında "infaz"a ilişkin hiçbir şey söylemiyor. Rapor, vücuttaki yaranın "ateşli silah yaralanması" olduğunu dahi saptayamıyor, "Başsavcılık öyle diyorsa öyledir"e getiriyor. Gene, "sırttaki kurşunun çıkarılması" iddiası da "Başsavcılık belgesi"ne dayandırılıyor. Oysa bu bilgi gazetenin haberine bakın nasıl yansıyor:

"Otopside, cinayeti gizlemek için Sincer'in cesedine Kuzey Irak'ta da otopsi yapıldığı ve 'sırt bölgesindeki kurşunun çıkarıldığı' anlaşıldı..."

Raporun Hürriyet'te yer alan bölümünün dahi tamamını buraya almamıza imkân yok. Ama inanın, raporda "yaralanmanın ateşli silah yaralanması olduğunun kabulü gerektiği" yönündeki bilgi dışında dişe dokunur hiçbir bilgi yok. Bu bilginin, 11 Eylül'deki sürmanşetin "... Kaza kurşunuyla değil, iki kurşunla vurularak öldürüldüğü otopsi raporuyla kesinleşti" şeklindeki spotuna nasıl cevaz verdiğini biz anlayamadık; eminiz Hürriyet okurları da anlayamamıştır.

CEVAP BEKLEYEN SORULAR

Bu haberin, Hürriyet'in tercih ettiği kesinlikte bir dili kaldıramayacağı, bizzat Hürriyet'in okurlarına aktardığı "olgu"lardaki gariplikten de belli. Mesela: 1) "İnfaz"ın "göğüs"ten ve "kol"dan gerçekleştirilmesi tuhaf değil mi? 2) Hürriyet, cesedin teslim edilmediğini söylüyor, edilemeyeceğini ima ediyordu ama edildi... 3) Hürriyet'in verdiği tarihlere göre, ceset yaklaşık bir ay sonra ailesine teslim edilmiş oluyor. Örgüte ihanet etmiş ve cezalandırılmış bir kişinin cesedi neden bir ay boyunca saklanır?

Kimse yanlış anlamasın: Sincer'in ölümünün kesinlikle "örgüt infazı"na bağlanamayacağı gibi bir iddamız yok. Meselenin karışık olduğunu ve Hürriyet'in haberde kullandığı dilin "gazeteci dili" olmadığını söylüyoruz, hepsi bu... (A.G.)


Anna Lindh'i nasıl bilirdiniz? Hürriyet cevaplasın...

11 Eylül tarihli gazeteler basılıp dağıtıldığında eski İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindh'in ölüm haberi haber merkezlerine henüz ulaşmamıştı. Lindh, uğradığı bıçaklı saldırı sonucunda o günün sabah saatlerinde ölmüştü.

Lindh'in saldırıya uğradığı haberine doğal olarak bütün gazeteler yer vermişti. Bu haberler içinde de bizim dikkatimizi en çok çekeni Hürriyet'inkiydi.

Biz de oturup, Hürriyet'in bu dikkat çekici haberi üzerine bir değerlendirme karaladık. Hürriyet'in haberini (özellikle de haber başlığını) çok uygunsuz bulmuştuk doğrusu... Özellikle insan hakları konusundaki samimiyetiyle, (ve ölümü üzerine CNN'de yayımlanan "Soru Cevap" programına katılan İsveç'in Ankara Büyükelçisi'nin sözleriyle) dürüstlüğüyle öne çıkan bu siyasetçi hakkında Hürriyet'in böyle ileri geri laflar etmesini kaçıracak değildik herhalde...

İşte, aşağıda okuyacağınız "Bir 'Ohh olsun!' demediği kalmış!" başlıklı yazı bu yazı; yani 11 Eylül günü karalanıp da, yer sıkıntısından dolayı Kronik Medya'ya giremeyen bu yazı.

Gelelim 12 Eylül tarihli gazetelere: Anna Lindh artık yaşamıyor ve gazeteler onu yere göğe sığdıramıyor!

İyi bildiniz; bunların başında da Hürriyet geliyor!

İşte, yukarda sözünü ettiğimiz yazının altında yer alan "Bir gün önce, bir gün sonra..." başlıklı yazıyı da bu büyük "dönüşüm" sonrasında karaladık.

BİR 'OHH OLSUN!' DEMEDİĞİ KALMIŞ!

İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindh, silahlı bir saldırı sonucu yaralandı. Stockholm'da yaşanan olayda bıçaklı saldırganın Lindh'i ağır biçimde yaraladığı, Dışişleri Bakanı'nın durumunun ciddi olduğu söyleniyor.

Anna Lindh, Türkiye'de olup biteni yakından izleyen ve sırasında özellikle insan hakları ihlalleri konusunda Türkiye'ye sert eleştiriler yönelten bir siyasetçi. Nitekim, AB yolunda "bir ileri iki geri" adımlar atıldığı dönemlerde, Lindh'i "Türk basını" da "kara liste"ye almış, hakkında söylenmedik laf bırakmamıştı...

Ve Hürriyet gazetesi -o geride kalmış dönemlerin hatırasıyla olsa gerek!- İsveç Dışişleri Bakanı'na yönelik bu saldırıyı okurlarına nasıl bir başlıkla duyuruyor:

"Teröriste sahip çıkan kadın bakan bıçaklandı".

Gazetenin bir "Ohh olsun!" demediği kalmış.... Hürriyet başlığı biraz uzun tutabilse, şu ifadeyle karşılaşmamız işten bile değilmiş: "Teröriste sahip mi çıkarsın, al işte sana bunun sonucu... Ohh olsun!"

Ne yaparsınız, huylunun huyundan vazgeçebilmesi o kadar kolay mı?

BİR GÜN ÖNCE, BİR GÜN SONRA...

12 Eylül tarihli Hürriyet, eski İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindh'in ölümünü birinci sayfadan "Aynı kaderi paylaştılar" başlığıyla veriyor...

Bizce eksik kalmış bir başlık; bir gün önceki Hürriyet ile tutarlı kalabilmek için bu başlık şöyle olmalıydı:

"Teröriste sahip çıkan kadın bakan, Olaf Palme ile aynı kaderi paylaştılar".

Gazete habere içeride epeyce yer ayırmış. İşte bu sayfanın başlıklarından bazıları:

"Anna Lindh öldü".
"Hayat dolu bir anneydi".
"Gerçek bir Avrupalıydı".
"Erdoğan'ın tabularını yıkan kadın".
"Diyarbakır muhabbeti".

Bize sorarsanız bu başlıklar da eksik...

İşte (yine tutarlılık açısından) olması gerekenler:

"Teröriste sahip çıkan kadın bakan Anna Lindh öldü".
"Teröriste sahip çıkan kadın bakan, Hayat dolu bir anneydi".
"Teröriste sahip çıkan kadın bakan, Gerçek bir Avrupalıydı".
"Teröriste sahip çıkan kadın bakan, Erdoğan'ın tabularını yıkan kadın bakandı".
"Teröriste sahip çıkan kadın bakan, 'Diyarbakır muhabbeti'nde".

Bakın, hiç fena olmadı.... Az bir gayretle Hürriyet tekrar "tutarlı" bir gazete haline dönüşüverdi!

Hadi oldu olacak, Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz'ın yine 12 Eylül tarihinde, Hürriyet'in bir gün önceki çirkin başlığını nasıl eleştirdiğine de bakalım:

"Anna Lindh, dün bazı gazetelerin yansıttığı gibi bir 'terörist dostu' değildi. Türkiye düşmanı hiç değildi."

Çok iyi çok güzel ama bir de şunun adını da (yani Hürriyet adını!) koysak fena mı olurdu?! (K.B.)


Milliyet durumu hâlâ kavramadı herhalde!

Benzer manşetlerle bir zamanlar çok sık karşılaşıyorduk... Bu manşetler özünde, gazeteler arasında yaşanan "Bakın, çizdiğiniz yolda ben diğerlerinden de başarılıyım!" rekabetinin bir ürünüydü. Bu tarzın en kolay yolu da, yüksek rütbeli bir komutanın memleket meseleleri hakkında yaptığı bir açıklamanın, uygun malzeme ile zenginleştirilip tekrar servis edilmesi şeklindeydi...

Milliyet'in (11 Eylül) manşeti bize bu artık modası iyiden iyiye geçen "tarz"ı hatırlattı.

Gazete manşetinde şöyle diyor: "Paşayı kızdıran fotoğraf / Milliyet, Jandarma Genel Komutanı Eruygur'un 'Kıyafetlerine bakın, ne yapmak istediklerini görürsünüz' dediği 'irtica' fotoğraflarını buldu".

Aferin Milliyet'e, birinci sayfasını süsleyen fotoğrafı bulurken kimbilir ne kadar zorlanmıştır!

Bir kere, gördüğünüz gibi, manşetin ne için manşet olduğu meselesi karışık... Yani bu fotoğraf "Paşayı kızdıran fotoğraf" olduğu için mi, yoksa okurlar için de ilginç olduğu için mi birinci sayfayı süslüyor, belli değil.

Fotoğrafın seçiminde ve yayımlanmasında ilk seçeneğin belirleyici olduğu anlaşılıyor, çünkü "Paşayı kızdıran fotoğraf"da gördüklerimiz birtakım dini yayınlar önünde ve yine bu çerçevede bir "özdeyiş"in arkasında sıralanmış beş çarşaflı kadın ve bir şalvarlı erkekten ibaret... Tamam, fotoğrafın "Paşayı kızdırmasını" anlıyoruz ama bu fotoğrafın Milliyet okurları açısından hiçbir "ilginç" yanı yok ki... Herkes her yerde bu tür kıyafetler içindeki insanlarla karşılaşmıyor mu?

Peki bu fotoğrafta yer alan beş çarşaflı kadın ve bir şalvarlı erkek nerede, ne iş yaparlarken yakalanmışlar da, bir polis merkezinde böyle fotoğraflanmışlar?

Sorunun cevabı basit: "Ladik İlim ve El Sanatlarını Geliştirme Derneği Talebe Yurdu" adı altında faaliyet gösteren bir Kur'an kursu'nda. Öyle anlaşılıyor ki, fotoğrafta yer alan kişiler, bu kursta eğitim gören ve yaşları 7 ile 15 arasında değişen 72 kız öğrencinin hocalarıymış. Nitekim, polis merkezinde yer alan "suç aletleri" arasında bilgisayarlar da bulunuyor.

Milliyet'e göre bu kurs "kaçak"mış. "Kaçak", yani Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan izinsiz. Tamam olabilir; demek ki, Kur'an kursları "8 yıl zorunlu"nun sonrasına havale edildikten sonra ortaya çıkan "kaçaklar"dan birisiyle karşı karşıyayız. Aslında ne yapsın millet; bakıyorlar ki çocukları 15 yaşı devirdikten sonra rahlenin önüne oturtmak zor oluyor, başlıyorlar böyle "kaçak" işler yapmaya... Hep böyle değil midir zaten? Çıkartılan bir yasa milletin işini kolaylaştırmaya değil, tam aksine zorlaştırmaya hizmet ediyorsa, ülkede "kaçaklar" çoğalmaz mı? Bakın görün, ülkede zorunlu eğitim/öğretim bu şartlar altında 12 yıla çıksın, bakalım bu "kaçaklar"ın sayısı kimbilir kaça çıkacak? Bakalım o şartlarda 19 yaşından sonra hafız olabilen kaç kişi bulabileceksiniz? Devlet kendisini asıl olarak çocukları, bedenlerine ve kişiliklerine yönelik her türlü tacizden korumak gibi bir görevle sınırlayıp din eğitimine getirdiği yaş sınırını kaldırmadıkça, "kızdıran fotoğraf"lardan daha çoook görürüz...

Neyse, biz dönelim yine Milliyet'in manşetine....

Aslında bu konuda söylenecek fazla bir söz de kalmadı. Ne demiştik: "Eski Rejim"in ruhuna uygun, işlevsiz, hiç mi hiç ilginç olmayan, okurlara "Bu ne biçim manşet!" dedirtecek özellikler taşıyan, ama illâki önemli birisinin bir açıklamasına bir biçimde atıfta bulunmayı ihmal etmeyen, hatta bunu görev sayan bir manşet...

Milliyet durumu hâlâ kavramadı herhalde! (K.B.)


14 Eylül 2003
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED