AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
'5 dakika önce'ki fotoğraf,
meğer 5 yıl önce çekilmiş!

PSİKOLOJİK SAVAŞ HİKAYELERİ – 3
Dizimizin bugünkü bölümünde gene bir cezaevi operasyonu var: 10 kişinin ölümüne, onlarcasının yaralanmasına neden olan Ulucanlar Cezaevi operasyonu... Tıpkı Hayata Dönüş gibi bu operasyonda da medya aracılığıyla yürütülmüş bir "kamuoyunu psikolojik olarak ikna etme" operasyonuna tanık oluyoruz. Ama bizce Ulucanlar'daki öykü gazetecilik açısından daha ilginç. Çünkü bu örnekte Türkiye'nin en büyük gazetesi "aldatıldığını" kabul etmişti...

26 Eylül 1999… Jandarma, Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde "isyan çıkaran" siyasi mahkûmların kaldığı koğuşlara zorla girdi. Aramalarda "6 tabanca ve çok sayıda mermi, kullanılmaya hazır el yapımı bomba vb" bulunduğu açıklandı. İsyan bastırma faaliyeti sırasında 10 mahkûm öldü, onlarca mahkûm yaralandı. Bazı köşe yazarları, jandarmadan ölen ya da yaralanan olmadığını hatırlatarak sordu: "Madem ellerinde bu kadar silah vardı, çatışmada neden kullanmadılar?" (Gerçekten de, medyadaki "cezaevinde büyük bir silahlı direniş olacak" yönündeki haber bombardımanına rağmen tek bir jandarmanın bile yaralanmaması, buna karşılık ölen ve yaralanan mahkûmların sayısının çokluğu, açıklanması zor bir durum yaratmıştı.)

Öte yandan, avukatlar operasyonun "ölçüsüz bir şiddet"le yürütüldüğünü, "kulakları kesik cesetler"in varlığından söz edildiğini, bu koşullarda kendilerinin otopsiyi izleme hakkından mahrum bırakılmasının anlamlı olduğunu söyleyip yetkilileri sert bir şekilde eleştirmeye başlamıştı. Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi ve Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Zeki Rüzgâr olayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne götüreceklerini belirterek şu iddialarda bulunmuştu:

''Görüştüğümüz doktorlar öldürülenlerin bıçak, şiş ve kurşun yaralarına maruz kaldığı, bir tanesinin boğazının kesildiğini söylüyor. Ayrıca şiş, süngü izleri olması öldürmeye yönelik bir saldırı olduğunu gösteriyor. Önce ateş edilen, sonra kulağı kesilen insanlar var, hepsinde bıçak yarası var. Suç duyurusunda bulunacağız. Otopsi usulsüz yapılıyor. Otopsiye gözlemci olarak sokulmayışımız olayın ne kadar vahim boyutlarda olduğunu gösteriyor.''

MANŞET TAM ZAMANINDA YETİŞİYOR…

Operasyonu izleyen iki gün boyunca ortaya sürülen iddialar hükümet ve devlet yetkililerini çok zor bir durumda bırakmıştı. "Büyük direniş olacak" iddiaları boşa çıkmış, buna rağmen Ulucanlar'da herkesi rahatsız eden büyük bir şiddet uygulanmıştı. Hürriyet'in haberi işte tam o günlerde çıkageldi…

Gazete, 28 Eylül 1999 günü, yani baskından iki gün sonra "BEŞ DAKİKA ÖNCE" manşetiyle çıktı. Birinci sayfanın neredeyse yarısını kaplayan bir fotoğrafın eşlik ettiği haberin spotu, fotoğrafı da açıklıyordu:

"Ankara Kapalı Cezaevi'ndeki teröristler, kanlı isyanı başlatmadan 5 dakika önce ellerinde sopalarla hatıra fotoğrafı çektirdiler. (…) Kanlı olaylara sahne olan Ankara Merkez Ulucanlar Kapalı Cezaevi'ndeki terör suçundan hükümlü DHKP-C, TKP (ML), TİKKO, TKİP Ekim örgütü üyeleri, isyandan 5 dakika önce çektirdikleri bir fotoğrafta, 'Devrimci tutsaklar teslim alınamaz' deyip üç ayrı örgütün imzasını attılar. Ancak bu fotoğrafta görülen üç teröristin isyanda öldüğü ortaya çıktı."

Gerçek ertesi gün ortaya çıktı: O fotoğraf Ulucanlar Cezaevi'nde beş dakika önce değil, başka bir cezaevinde tam beş yıl önce çekilmişti.

DERS ÇIKARMADIKTAN SONRA…

Hürriyet, birkaç gün sonra, iç sayfalarda üç-beş satıra sığdırdığı tek sütunluk bir haberle, "Beş dakika önce"nin doğru olmadığını duyurdu okurlarına ve özür diledi.

On gün sonra da Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, köşesinin bir bölümünü konuya ayırdı. Yazdıklarının tamamı şöyle:

"Geçen hafta cezaevi isyanı sırasında Hürriyet'in birinci sayfasında bir fotoğraf yayınladık. Fotoğrafta, cezaevindeki bazı sol görüşlü mahkûmların ellerinde sopalar ve alınlarında bantlarla poz verdiği görülüyordu. Bu fotoğrafın Ulucanlar Cezaevi'ndeki isyandan önce çekildiği yolunda bilgi almıştık.

"Kaynağımız, fotoğraftaki üç kişinin cezaevindeki çatışmada öldüğü yolunda bilgi vermişti. Ancak daha sonra bu fotoğrafın bir başka cezaevinde çekildiğini öğrendik. Öğrendiğimiz anda da hiç tereddüt etmeden düzeltme yaparak yayınladık. Birçok meslektaşımız ve meslek kuruluşu, bu haber dolayısıyla haklı olarak bizi eleştirdi. Bu meslekte bundan büyük ceza da olamaz. Biz de o cezayı hak ettik. Ne yazık ki, dünyanın birçok büyük gazetesi günün heyecanı içinde zaman zaman bu tür yanlışları yapabiliyor."

Meselenin özüne zerrece girmeyen bir bakış açısıyla yazılmış bir üzüntü bildirme metniydi bu. Acaba -sonradan iddia edildiği gibi- olayın tek yanlı bir katliam olduğunu kanıtlayan bazı bilgiler ulaşsaydı Hürriyet'e, "günün heyecanı içinde" gazete bu bilgileri haberleştirecek miydi? Haberin "heyecan"la yapıldığı doğru da, Özkök'ün ima ettiği türden bir "heyecan" değildi bu; Hürriyet'in, devlet kaynaklı haberlerde her zaman içine girdiği türden bir "heyecan"dı bu…

Hürriyet o kadar teşneydi ki eline geçen bu fotoğrafı kullanmaya, küçük bir gayretle neyin ne olduğunu açığa çıkaracak iki ipucundan bile faydalanamamıştı:

1. "Kaynak", fotoğraftaki üç kişinin çatışmada öldüğünü söylüyordu… Gazete, ölenlerle fotoğraftakileri karşılaştırmayı neden düşünmemişti acaba?

2. Olayların olduğu gün mevsim normallerinin çok dışında, çok sıcak bir hava vardı. Oysa fotoğraftakiler kalın yün kazaklar ve paltolar içindeydi.

Yaşananın tipik bir dezenformasyon olduğu apaçıktı ama, gazete yönetiminin bunu görmeye niyeti yoktu.

Gene de ders çıkarmak için vakit hâlâ geçmiş değil... Biz Hürriyet'çilerin yerinde olsak o günlere geri döneriz, bu haberin hangi kanallardan nasıl iletildiğinre, kimlerin aracılık ettiğine bakarız... Psikolojik savaşın bundan sonraki aşamalarına karşı "aşı" niyetine... (A.G.)


Kaz hikâyeleri

Geçen gün Kronik Medya'da, Sabah'tan Mehmet Barlas'ın ortada fol yok yumurta yokken, Almanya Başbakanı ve Dışişleri Bakanı'nın sayıları 4-5'i bulan evlilikleriyle niçin uğraştığını sormuştum. Bu iki Alman siyasetçi, sırf bu yüzden, "problemli" ve "oy verilemez" ilan edilmişti... Şaşırmıştık doğrusu; her zaman "kuşkucu", "anlayışlı" tavrı savunan, meseleleri hiçbir zaman tek yönlü olarak değerlendirmemeyi öneren Barlas'ın bu "evlilik" hikayelerinden bu derece kesin sonuçlar çıkarması gerçekten şaşırtıcıydı... Ve söz konusu yazımda laf dönüp dolaşıp şöyle bir soruya gelmişti: Bu iki Alman'ın bu beklenmedik şekilde hırpalanışının "Irak meselesi"yle bir ilişkisi olmasın! Nitekim yazı, "Ama bakın 'Başkan Bush'un evlilik hayatı nasıl mazbut!" diye noktalanmıştı.

Barlas, bu yarı şaka yarı ciddi değerlendirmeye Çetin Altan'ın bir konuşmasını hatırlatarak cevap veriyor.

Altan, epeyce eskilerde, yani "soğuk savaş" yıllarında yaptığı bir meydan konuşmasında Sovyet semalarından geçen "kaz sürüleri"nin az kalsın yolaçacağı bir nükleer savaştan söz edip bol bol alkış alınca, dinleyenlerden birisi tezahüratın nedenini şöyle açıklamış: "Başbakana kaz dedin. Cesaretini alkışladık.!"

Ve tabii anlaşıldığı gibi Barlas da benim yazımla ilgili soruyor:

"Kürşat Bumin'i okuyunca merak ettim... Acaba Çetin Altan'ın o mitinginde, Kürşat Bumin de var mıydı? Ve o da, Çetin Altan'ın başbakana kaz dediğini mi zannetti o sözleri dinleyip?"

Biliyorum, hikayeyi özetlemek bayağı uzun oldu ama, takdir edersiniz ki iki çift söz edebilmem için buna mecburduk...

İsterseniz, Barlas'ın sorusunu cevaplamadan önce aktarılan hikayeye ilişkin birkaç söz edelim: Çetin Altan'ın söz konusu konuşmayı yaptığı yıllar gözönüne alınacak olursa, "vatandaş"ın aslında mesajı doğru aldığı anlaşılıyor! Çünkü o yıllarda, Altan'ın kürsüye her çıkışında meydandakiler hatibi mutlaka "Evet evet, başbakana kaz dedi!" ruh hali içinde dinlerlerdi... Böyle yapmakla çok da iyi ederlerdi tabii ki... Millet belki de ilk kez ülkede ne olup bittiğini, ne dolaplar döndüğünü "teşbihler"le pek güzel anlatan bir hatip dinliyordu... O dönemde "Kaz sürüleri meselesi"ni açmak da bayağı "cesaret" işiydi yani!

Gelelim hikayenin iki Alman'ın (Schroeder ve Fischer) çok sayıdaki evlilikleriyle ilgili faslına: Bilmem söylemeye artık gerek var mı; ben Barlas'ın "kaz hikayesi"ne benzettiği ilişkiyi sadece şu amacı gözeterek kurmuştum: Okurların "kaz" yerine konulmasına itiraz etmek ve okurların şu günlerde "Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez" atasözüne kulak vermemelerini sağlamaya yardımcı olmak! (K.B.)


Takıntının bu kadarı...

Siz, yani Türkiye Bayanlar Voleybol Milli Takımı'nın Ruslar'ı yendiğini sanan gafiller, alın size bir Turhan Selçuk karikatürü...


25 Eylül 2003
Perşembe
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED