AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
'Tekke ve Zaviyeler Kanunu'na muhalefet eden' haberler

"Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı, Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı'na büyü yaptırdığı ileri sürülen sorumlular hakkında 'Tekke ve Zaviyeler Kanunu'na muhalefet suçundan' soruşturma açtı.." Bizce dünün (28 Ağustos) en eğlenceli haberi buydu. Tamam da, bu durumda "akılcı, pozitivist, bilimsel" gazetelerimizden hiç eksik olmayan birtakım "ciddi büyü haberleri"ni ne yapacağız?

Dünkü (28 Ağustos'ta) Hürriyet'te yer alan bir haberden öğrendik: Fenerbahçe'ye 'büyü' soruşturması açılmış. Haberin spotu:

"Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı, Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı'na büyü yaptırdığı ileri sürülen sorumlular hakkında 'Tekke ve Zaviyeler Kanunu'na muhalefet suçundan' soruşturma açtı. Stat Müdürü Mürşit Tarhan'ın ifadesini alan savcılık, yönetici Hakan Bilal Kutlualp ve büyüyü yaptığını iddia eden medyum Ayten Günışık'ın da ifadesine başvuracak."

Haftalardır "kamuoyunu meşgul eden" gelişmeden hâlâ haberdar olmayanlarınız var mıdır acaba? Yoktur kuşkusuz ama biz gene de Hürriyet'in haberinden neyin ne olduğunu kısaca öğrenelim:

"MEDYUM Ayten Günışık'ın 'Fenerbahçe yönetiminin yenilmemeleri için Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı'na büyü yaptırttığı' iddiaları spor camiasında bomba etkisi yaratmıştı. Günışık'ın iddialarına göre geçen sezon ilk maçlarında kendi sahasında İstanbulspor'a 3-0 mağlup olan Fenerbahçe Spor Kulübü'nün yöneticileri, 'Sahada büyü var' ihbarı aldı. Stat Müdürü Mürşit Tarhan, eşine fal bakan Günışık'ı yönetime tavsiye etti. Bunun üzerine Fenerbahçeli yöneticilerden Hakan Bilal Kutlualp ve Mürşit Tarhan, medyum Ayten Günışık'la bizzat görüşerek büyüyü bozmasını istediler. Günışık, sahadaki büyüyü bozmak için Kutlualp ve Tarhan'dan aldığı idrarları, başta kale önü olmak üzere sahanın etrafına dökerek çeşitli dualar okudu. Günışık'ın büyüyü bozmasının ardından Fenerbahçe başarılı olabildi"

GAZETELERİN SEVDİĞİ BİR 'HURAFE'

Bu eğlenceli hikâyenin, en sonunda "gericiliğe karşı yasalar"dan birine toslayacağını, doğrusunu isterseniz biz tahmin etmiyorduk. Bu ülkenin, hem de "laikliğin bekçisi" Silahlı Kuvvetler kökenli devlet başkanlarının, kuvvet komutanlarının dahi falcılara, büyücülere baş vurması dizi yazıların konusu olmadı mı?

Kürşat Bumin, tesadüf aynı gün, Çanakkale Savaşları'nı "hurafeler" çerçevesinde anlatan yöre halkına verip veriştiren ve "bilimsellik" talep eden kimi köşe yazarlarına bir başka hurafeyi hatırlatıyordu:

"Çanakkale'yi 'hurafeler'den arındırmak gibi mânasız bir işin peşine düşmüş olanlar, gazetelerinde birkaç yıldır 'Atatürk'ün bir tepenin yamacına düşmüş silüeti' hurafesini ballandıra ballandıra anlatmıyorlar mı? Ayrıca çok daha önemli olarak bu 'hurafe', yörenin devlet adamlarının huzurunda ve mızıka eşliğinde artık her yıl kutsanmıyor mu? Hem de nasıl..."

Şimdi yazımızın başlığına bakıp, Bumin'in işaret ettiği "hurafe"yi dev fotoğraflı haberlerle ve "ciddi haber" formatında sunan gazetelere gönderme yaptığımız sanılmasın; laf aramızda Fenerbahçe'ye soruşturma açılacaksa, Ardahan'da her yaz gerçekleştirilen bu etkinliğe de soruşturma açılması gerekir: Sonuçta ikisi de "akla" ve "bilimselliğe" ziyan uygulamalar...

'MEMİŞ HOCA' HABERLERİ...

Fakat hayır, biz "büyü" meselesinden uzaklaşmayacak ve "akılcı, pozitivist, bilimsel" gazetelerimizden hiç eksik olmayan birtakım "ciddi büyü haberleri"ne gönderme yapacağız. Mesela Dünden Bugüne Tercüman'da en az ayda bir boy gösteren "Memiş Hoca" haberlerine...

Bakın meseleyi "büyü"ye bağladık, hatta adı geçen gazetenin son "Memiş Hoca" haberinde mesele doğrudan "Fenerbahçe stadındaki büyü"ye bağlanıyor... "Beşiktaş'ı ben şampiyon yaptım" başlıklı haberde, gazetenin muhabiri, "Fenerbahçe'ye yapılan büyüyü bozarak takımı şampiyon yaptığını iddia eden kadının sözleri hakkında" Memiş Hoca'nın düşüncelerin soruyor.

Haberin bundan sonrasında söz tamamen Hoca'nın... Öyle "büyücü kadın"ı takdim ederken olduğu gibi "iddia" sözcüğüne yer verilmiyor. Hoca'nın sözleri, hakikat hükmünde aktarılıyor. Tamamı için yerimiz yok, kısa bir bölümünü aktarıyoruz:

"Koyu bir Beşiktaş taraftarı olduğum için o dönemde sadece Beşiktaş'a çalışıyordum. Ama şimdi duygusallığı bıraktım. Herkese hizmet etme gayreti içerisindeyim. Artık din, dil, ırk ve takım ayrımı yapmıyorum. İhtiyacı olan ve benden yardım dileyen herkesin başarısı için çaba harcıyorum. Destek olduğum kulüpleri de mutlaka başarıya ulaştırıyorum. Ancak bu işler öyle 'sidik büyüsüyle' falan olmaz. Büyünün yapılma şekli bu değildir. Evet bütün kulüplerin büyü yaptırdığı doğru ama onların ilk müracaatları benim. Sidikle büyü yaptığını iddia eden kadın, bir ilme sahip olmadığı için anlattıkları doğru değildir ve kendisine güvenen insanları da mahçup etmiştir. Bu işlerde önce okumalar ve tespihatlar yapılır. Takımda oynayacak çocukların resimleri alınıp anne isimleri ile kendi isimleri zikredilerek işlem yapılır."

Ne diyelim? Sağ olasın Memiş Hoca.

Savcılara not: Başlığa bakıp da bu yazıyı "ihbar" kabul etmeyin lütfen. Belki hoşunuza gitmeyecek ama, biz bu tür şeylerin "yasa"ların sınırları içinde değerlendirilebilecek şeyler olmadığını düşünenlerdeniz... (A.G.)


Üç haber, bir gazeteci...

Yeni Şafak'ta Fehmi Koru, aynı gazetecinin imzasını taşıyan, "Irak-tezkere" eksenli üç habere gönderme yapıyor, onları karşılaştırıyordu. Koru, gazetecinin adını vermemiş, haberlerin ayrıntılarına da girmemişti. Bu hizmeti de biz ye-rine getirelim dedik: Koru'nun sözünü ettiği gazete Milliyet, gazeteci Fikret Bila'ydı. Ayrıntılar da aşağıdaki gibi... Yorum sizin...

Milliyet, 26 Şubat 2003, manşet: "ASKER RAHATSIZ... Kürt parlamentosunun tavrına ve Kürtlere uçaksavar verilmesine karşı çıkan askerler, bu şartlarda 'tezkere onaylanmamalı' diyor. (...) Askeri uzmanlar, Kuzey Irak konusunda Türkiye'nin istediği güvence ABD tarafından verilmedikçe, ABD askerlerinin gelişine ve geçişine olanak sağlayacak tezkerenin Meclis'ten geçirilmesinin hata olacağını belirtiyorlar. (...) ABD'nin Irak'a müdahale için aradığı işbirliğinin ancak Kuzey Irak'ta Türkiye'nin ulusal çıkarları için önlem almasıyla sağlanabileceğine dikkat çeken askeri uzmanlar, aksi halde ABD askerlerinin Türkiye üzerinden bölgeye girmelerine yardımcı olmanın da mümkün olmayacağını..."

Milliyet, 22 Eylül 2003, manşet: "PKK'YI BİTİRECEK İMZALAR ATILMIŞTI... ABD ve Türkiye'nin uzun süren müzakereler sonunda imza attığı anlaşma metni MOU, 1 Mart tezkeresinin geri çevrilmesiyle rafa kalktı... MOU'ya göre Türk askeri, Irak'a ABD askeriyle girecek, ancak Irak'a karşı savaşmayacaktı. Anlaşmanın tek istisnası, PKK / KADEK'le girilecek sıcak çatışmalardı! (...) Eğer tezkere geçseydi tarih farklı gelişecekti. 'Türkiye - ABD ilişkileri bir daha eskisi gibi olmayacak.' Bu yargının nedeni Türkiye'nin 1 Mart tezkeresini geri çevirmesiydi. 1 Mart tezkeresinin geri çevrilmesiyle Türk - Amerikan ilişkilerinin altüst olmasının altında yatan neydi? Bu tezkere Türkiye ve ABD için neden bu kadar önemliydi? Bu yazı dizisinde bu soruların yanıtlarını içeren belgeleri bulacaksınız."

Şimdi bu ayrıntılar eşliğinde Koru'nun yazdıklarını okuyun, daha ilginç olacak:

"Bu farklı değerlendirmeler bin bir türlü senaryoyu akla getiriyor; hiçbiri de konuya taraf olanların lehine olmayan senaryolar bunlar... Tezkerenin nasıl olsa geçeceği tahminiyle yapılan 'olumsuz' açıklama sonradan işlerin sarpa sarması durumunda siyasîlerin suçlanmasını sağlamak için miydi? Tezkerenin reddi ve Bağdat'ın düşmesinin akabinde yapılan "Geçseydi, tarih farklı yazılacaktı" açıklaması da, ABD'nin baştaki hızlı başarısından pay kapma niyetine mi hizmet içindi? Tezkere öncesi ve sonrasındaki birbiriyle ters bu iki açıklamanın ortak bir yönü var: İkisi de fena halde yanlış değerlendirmeler..."

Ve işte Milliyet'te iki gün önce çıkan üçüncü haber:

Milliyet, 27 Ağustos 2004, yan manşet: "ÖZKÖK: IRAK, VİETNAM GİBİ... Irak'ı dikkatle izlediklerini belirten Genelkurmay Başkanı, Bağdat'taki olaylara bakınca Türkiye'nin bugünkü konumundan memnun olduğunu açıkladı. (...) Bu kez Özkök'e "1 Mart tezkeresi geçseydi, Türk askeri de orada olacaktı. O açıdan baktığınızda durumu nasıl görüyorsunuz?" diye soruyoruz. Yanıtı şu oluyor: "Kararların doğruluğu sonradan olayların gelişmesiyle belli olur. Bugünkü duruma ve koşullara baktığımızda memnunuz. Türkiye'nin yetiştirdiği çok iyi bürokratlar, diplomatlar var. Koşulları iyi değerlendirebiliyorlar."

Nasıl, çok ilginç değil mi? (A.G.)


'Raylardaki 25 şüpheli olay'ın haber değeri?

Erzincan'da incelemelerde bulunan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Türkiye'yi sarsan iki büyük tren kazasıyla ilgili olarak "terör ya da sabotaj ihtimalini de gözardı etmediklerini" söylemiş. Bu amaçla ilgili savcılıklara ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nün ilgili birimlerine müracaatlarını yaptıklarını belirttikten sonra, "gerekçe"yi şöyle açıklamış:

"Bunu yapmamızın sebebi, kazalar akabinde üst üste yaşanan şüpheli olaylardır. Demiryollarına dadananlar var. Edirne-İstanbul güzergâhında sinyallerin filtreleri değiştirildi yeşil kırmızı, kırmızı yeşile takılmak suretiyle. Bu, kaza için çok büyük bir risk oluşturuyordu. Allah'tan tespit edildi. Derhal fark edildi ve durum düzeltildi. Yine Edirne'den gelen Vosloy Ekspresi'nin yolu üzerine terk edilmiş bir su tankeri konuldu ve tren çarptı. Allah'tan ölümlü bir kaza olmadı. Aynı şekilde Diyarbakır'da ve Adana'da 300 metre boyunca rayların bağlantıları söküldü. Eğer bu da fark edilmemiş olsa, çok ciddi bir kazayla karşılaşabilirdik. Buna benzer 25'e varan şüpheli olay var."

Biz bu alıntıyı, 27 Ağustos tarihli gazeteler arasında habere yer veren birkaç gazeteden biri olan Radikal'den yaptık... Yeni Şafak haberi sürmanşetten verdiği için siz, bakanın burada sözünü ettiği olayların dışındaki kimi şüpheli olaylardan da haberdarsınız: Denildiği gibi, yaklaşık bir aylık bir süre içinde 25 civarında şüpheli olay...

Bu ilginç haber, kazaları geniş ve eleştirel haberlerle okurlarına duyuran ve bakanın istifasını isteyen büyük gazetelerin ilgisini çekmemiş görünüyor... Aralarında sadece Sabah, ertesi gün (28 Ağustos), yani haberi veren gazetelerden bir gün sonra "Sabotaj kuşkuları artıyor" başlığıyla bir özet-haber yayımladı...

Lafı hiç dolandırmadan söyleyelim: Bakanın bu açıklamasında herhangi bir haber değeri görmemenin "gazeteci dili"yle ifade edilebilecek bir gerekçesi yok. Çünkü ortada yer ve zaman gösterilerek anlatılan, tespit edilmiş somut "tuhaflıklar" var; bunları yazmamak olmaz. Hiç kuşkusuz ilgili bakanı bu yeni iddiaları konusunda sıkıştırmak, ona sorular sormak gazetecilerin görevi... Ama haberi hiç görmemek, bu işi yapan gazetelerin "kamuoyunu bilgilendirmek"ten ziyade "yönlendirmek" gibi bir niyetlerinin olduğu kuşkusunu doğurur.

Bir haberin kendi "tez"ine uymayan yanlarını gizlemek, gazeteciliğimizin en problemli taraflarından biri... "Raylarda 25 kuşkulu olay" haberini görmezden gelmek, bu eğilimin son örneği... (A.G.)


Ankara'ya gelen yeni temsilci...

Cengiz Çandar bizden önce davranıp, Sabah gazetesinin, Aslı Aydıntaşbaş'ı Washington'dan Ankara'ya çağırmasının önemi üzerinde durdu. Yazısının bir yerinde şöyle diyordu Çandar:

"Gazetelerin Ankara temsilcileri'ni 'devlet'ten ayırabilmek, çok kez, çok kolay değildir. Kağıt üzerinde 212 sayılı Basın Kanunu'na tabi gözükseler de, fiiliyatta 617 sayılı Devlet Memurin Kanunu'na tabiymiş duygusuyla çalışırlar. Aslı Aydıntaşbaş'ın 617'nin yakınına asla uğramayacağına ilişkin 'iç bilgi'mden ötürü, yeni konumundan çok memnun olmuştum.

"Nitekim, önceki gün, Pazar günü yazdığı 'Derin Aktörler' başlıklı yazıda, Yargıtay-MİT-Çakıcı eksenindeki gelişmelere koyduğu teşhis yazısında yer verdiği satırlar, bu 'sezgi'mi teyid etti. 'Buraya (Ankara'ya) geldikten kısa bir süre sonra bir dost beni bir kenara çekip 'Zamanla sen de burada birçok şeyi biliyor olacaksın. Ama unutma, kural, bildiklerinin yalnızca yüzde yirmisini yazmak. Ankara'da 'bilmek' yazmaktan daha önemli' demişti' diyerek, son gelişmelerin 'otopsi'sini yapıyor."

Çandar yazısının son paragrafında da şöyle diyordu:

"Aslı Aydıntaşbaş ve onun gibileri 'derin aktörler' şehrinde etkili rol üstlendikleri vakit, 'Ankara'da yazmak bilmekten daha önemli' hale gelecek; 'bildiklerinin yalnızca yüzde yirmisini yazmak' kuralı, 'yalnızca yüzde yirmisini yazmamak' kuralına dönüşecek."

Açık söyleyelim: Biz de aynı fikirdeyiz ve gelişmenin "Ankara gazeteciliği"nde "bir nevi devrim" olduğu kanaatindeyiz...

Aydıntaşbaş'ın dünkü (25 Ağustos) yazısı ise, onun gazeteciliğinin bir farkını daha ortaya koyuyordu: Gazeteci yargılamaz, anlamaya çalışır ve anlatır.

Bakın Aydıntaşbaş, Hz. Ali Türbesi'ni savunan Şii direnişçileri nasıl anlatıyor:

"Irak gerçeğini, ancak savaş sonrasında oradaki Şiiler'le konuşup ibadet ve siyaset dünyalarına girince anladım. Bağdat'ın kuru bir sıcaktan kavrulduğu bir gün, kara çarşaflara bürünüp, Karrade mahallesinde bir mescite gittim geçen yıl. Maksadım, Şiiler'in siyasi liderlerden Abdülaziz el-Hekim'le görüşmekti. Ama oracıkta, kara çarşaflar içinde şıpır şıpır terlerken seyrettiğim ibadet, inanılmazdı. Yapılan şey namaz ya da vaaz değildi. İzleyicileri çılgına çeviren müzik, odadaki tansiyonu kademeli olarak yükseltti. Göğsünü dövenler, şiir okuyanlar, duygusallık geldi. İzleyicilerden bir bölümü hüngür hüngür ağlıyordu; Hazreti Ali'nin 13 asır önce katledilişine. Bu, benim gibi, birçoğumuz gibi Tarih ve Zaman'la modern bir ilişkisi olanların anlamasına imkan olmayan bir var oluş durumu. Ama Irak'ta Şiiler, tüm dünyayı kendilerine karşı komplo, çilekeş bir yer olarak görüyor.

Sıradan bir Şii genç için Hazreti Ali'nin türbesi yakınında ölmek, korkulacak değil imrenilecek bir durum. Artık gerisini siz düşünün..."

Bize kalırsa Türk basını adına son derece sevindirici bir gelişme; düşünsenize bu gazetenin Ankara tamsilcisi Fatih Çekirge'ydi bir zamanlar...

Ankara'ya hoş geldin Aslı Aydıntaşbaş... (A.G.)


29 Ağustos 2004
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED