T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 6 HAZİRAN 2006 SALI
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


İbn Haldun, sinema ve medeniyet tasavvuru

İbn Haldun'u her bakımdan çok iyi tanımak, ama "doğru" tanımak; onu rehin alanların ellerinden kurtarmak; bunun için de Batılı seküler insan ve toplum bilimleri tarafından İbn Haldun'un üzerine örtülen kalın sis perdelerini kaldırmak zorundayız.

  • YUSUF KAPLAN
    Bu yıl, İbn Haldun'un 600. vefat yıldönümü. UNESCO, 2006 yılını, İbn Haldun yılı ilan etti. O yüzden, İbn Haldun, bu yıl tüm dünyada çeşitli şekillerde anılacak. Türkiye'de, İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi), bu hafta sonu, iyi bir uluslararası İbn Haldun Sempozyumu düzenledi. Bu yazı, bu sempozyum dolayısıyla kaleme alındı.

    * * *

    İbn Haldun, yalnızca İslâm tarihinin değil, bütün bir insanlık tarihinin en büyük düşünürlerinden ve dehalarından biridir. Ancak İbn Haldun'un bugüne kadar Müslümanlar tarafından anlaşılamaması, Batılılar tarafındansa bütünüyle yanlış anlaşılması, bu büyük dâhî'nin hak etmediği bir "kader" olsa gerek.

    Oysa İbn Haldun, İslâm medeniyetinin büyük bir krizle karşı karşıya kaldığı bir zaman diliminde yaşamış ve sadece bu krizin değil, başka zamanlarda vuku bulabilecek benzer krizlerin de nasıl aşılabileceğine ilişkin, genelde, özgün bir tarih felsefesi, özelde ise, imajinatif bir medeniyet tasavvuru geliştirmişti. O yüzden, İbn Haldun'un, daha büyük çaplı bir medeniyet krizi yaşayan bugünkü Müslümanlar tarafından çok iyi anlaşılması gerekiyor.

    İBN HALDUN'U BATILILARDAN KURTARMAK

    Ancak önümüzde büyük bir engel var ve öncelikli olarak bu engelin aşılması, ortadan kaldırılması gibi zorlu bir işle karşı karşıyayız: İbn Haldun, 19. yüzyıldan bu yana, Batılı seküler / pozitivist insan ve toplum bilimleri tarafından rehin alınmış durumda ve bütünüyle çarpıtılarak, son derece yanlış bir şekilde anlaşılıyor ve aktarılıyor.

    O yüzden, ben, bu metinde, önce İbn Haldun'un neden ve nasıl yanlış anlaşıldığını; ardından İbn Haldun'un, nasıl "doğru" anlaşılabileceğini, gerçekte ne söylediğini ve bugün bize neler söyleyebileceğini, yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirme çabamızda bize ne tür bir katkı verebileceğini göstermeye çalışacağım.

    Burada, üzerinde yoğunlaşacağım asıl mesele, genelde anlama ve aktarma sorunu, özelde ise İbn Haldun'un nasıl yanlış anlaşıldığı ve aktarıldığı meselesi olacak. Anlama ve aktarma sorununu, sinemadan yola çıkarak açımlamaya çalışacağım.

    Eğer İbn Haldun'un neden ve nasıl yanlış anlaşıldığını ve aktarıldığını anlayamaz ve göremezsek, İbn Haldun'u tam olarak anlayamayız; dolayısıyla İbn Haldun bize hiçbir şey söylemez. O yüzden, bütün İbn Haldun okumalarının, her şeyden önce ve öte, bu hayâtî mesele üzerinde kafa yorması büyük önem arzediyor. Yanlış anlaşılan bir düşünürü, bu yanlışlığı düzeltmeden anlamaya çalışmak, bizi İbn Haldun'a da, başka yerlere de götürmez; sürekli olarak yanlış yerlere fırlatır durur.

    FELSEFENİN BİTİŞİ, SİNEMANIN GELİŞİ

    Bergsonyen gelenekten gelen çağımızın bazı cins düşünürleri, artık çağımızda felsefenin bittiğini, felsefenin yerini sinemanın aldığını söylerler. Felsefe, antik Yunan'dan bu yana "akl"a dayalı olarak yürütülen bir faaliyet/ti. Postmodernlikle birlikte, Edgar Morin'in deyişiyle, aklın / akılcılığın, aklamacılık yapmaktan; mevcut seküler iktidar, ilişki ve zihniyet biçimlerini körükörüne meşrûlaştırmaktan başka bir işe yaramadığı anlaşıldı. Rasyonalizm, ("akılcılık") terk edildi artık. Aklın ve akılcılığın yerine de başka bir şey ikame edilemedi. Kant'ın, bir şekilde "hortlayıp" da, "ey insanoğlu, aklını kullanmaya cesaret et!" demeye cesaret edebilmesi artık imkânsız. Zira "çocuksuluk çağı"nda yani duygularımızın davranışlarımıza yön verdiği, insanın kendi içine ve kendi üstüne kapandığı, kapatıldığı bir çağda yaşıyoruz çünkü.

    Sinemanın felsefenin yerini alması meselesine, Deleuze, çarpıcı bir şekilde açıklık getirir ve "sinema, kutsal bir sanat ve üçüncü bir dildir," der. Dolayısıyla karşımızda üç dil olduğunu görüyoruz: Birincisi, konuştuğumuz dil; ikincisi edebiyat dili, sanat dili, siyaset dili vs olarak nitelendirdiğimiz, göstergeler üzerinden işleyen "sembolik dil"; üçüncüsü de, bu ikisinin de ötesine taşan Deleuze'ün sözünü ettiği biraz aşkın özellikler taşıyan; Deleuze'e de, sanırım bu yüzden, sinema'nın kutsal bir sanat olduğunu söyleten "kutsal dil".

    İKİ TARZ-I SİNEMA

    İki tür sinema vardır. Birincisi, Hollywood filmlerinin en çarpıcı ama ürkütücü örneğini oluşturduğu, Aristotelyen drama geleneğine dayanan, representasyon'u (yeniden-sunum'u) esas alan; kısaca tarif ederek söylemek gerekirse, gerçekleri nasılsalar öylece anlamak ve aktarmak yerine, nasıl olması isteniyorsa öyle anlamak ve aktarmak yoluna başvuran; dolayısıyla sinemayı gerçekleri çarpıtmakta ideolojik bir silah gibi kullanan bir sinemadır.

    İkinci tür sinema ise, Deleuze'un sözünü ettiği, felsefenin yerini aldığı söylenen sinemadır. Bu tarz sinema, representasyon'a değil, presentasyon'a (doğrudan sunum'a) dayanır. Representasyon'a dayalı ifade biçimi, antik Yunan'dan bu yana seküler Batı sivilizasyonunun kendini ifade ettiği en temel yol ve yöntemdir.

    Representasyon'a dayalı ifade biçiminin en ürkütücü örneğini medyanın dilinde görüyoruz: Medya bize, varolan gerçekleri değil, varolması istenen gerçekleri kurgu-layarak, cilalayarak, dramatize ederek yeniden sunar. Bu, genelde, televizyonun da, gazetenin de, en iyi örneğini Hollywood'un oluşturduğu birinci tür sinemanın da başvurduğu yegâne ifade biçimidir. Burada söylemek istediklerimi, Heidegger'in "ka-mera, izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır", Paul Virilio'nun da "film çekmekle silah çekmek bir ve aynı şeylerdir" tespitleri ışığında düşünürseniz, ne demek istediğim, sanırım, daha iyi anlaşılır.

    Burada, representasyon'a dayalı birinci tür sinema üzerinden giderek İbn Haldun'un neden yanlış anlaşıldığını; presentasyon'a dayalı ikinci tür sinema üzerinden giderek ise, nasıl bihakkın "doğru" anlaşılabileceğini gösterebileceğimizi düşünüyorum.

    Representasyon, dolayısıyla drama bize, aslında, statik bir dünya sunar. İlk bakışta, dinamikmiş gibi görünür; ama izleyiciyi / okuyucuyu dinamize etmez; statikleştirir; ekrana kapatır; ekranda ve ekranla eritir ve "bitirir". . Burada, Aristotelyen drama geleneğinin film diline uyarlanarak yerinden üretilme biçimi olan Hollywood filmlerini ve televizyon dizilerini düşünün. Drama, dolayısıyla Hollywood filmleri, izleyiciyi metne davet eder; ama ya karakterlerle, ya hikâyeyle özdeşleştirerek davet eder metne. Sonuçta, bizi varetmez; metnin içine kapatarak metnin içinde yok eder bizi. Dramalar, hayatın aynasıdır, varolması, sürmesi istenen hayatı yansıtırlar. Karşımıza çıkan şey, representasyonun şiddetidir.

    Presentasyon'a, dolayısıyla epik / destansı anlatıma başvuran metinler, epizodik olarak işler. Dolayısıyla izleyici'yi, okuyucuyu da dinamize eden dinamik durumlar üretir. Bu metinler de, bizi metni davet eder; ama metinle veya karakterle özdeşleştirmez bizi. Bize, hem metin ve karakterler hakkında, hem de metin ve karakterler dolayımında sorular sordurtur. İzleyici / okuyucu olarak metinle birlikte varoluruz. Bu metinler, varolması istenen, aklanması, her şeye rağmen sorgulanmaksızın sürdürülmesi arzulanan hayatı yansıtmazlar; hayata ayna tutarlar, böylelikle hayat hakkında düşünmemizi sağlarlar.

    SİNEMA, KUR'ÂN VE İBN HALDUN

    İşte İbn Haldun, bu anlamda, ikinci tür sinemanın diline hâkim olan presentasyon yöntemini kullanması bakımından müthiş sinematografik bir adamdır. Hem hayatı, hem de eserleri açısından.

    Burada, Kur'ân'ı Kerîm'in, Hollywood filmlerinde olduğu gibi başı, ortası ve sonu olan, representasyon'a dayalı bir kitap değil; her daim bizi yeni hakikatlerle yüzleştiren, her okuduğumuzda önümüze yeni koridorlar açan, presentasyon'a dayalı bir kitap olduğunu da vurgulamak isterim.

    Burada, muhtemel yanlış anlamaları önlemek için, ikinci tür sinema ile Kur'ân-ı Kerim arasında kurduğum ilişkinin, birebir bir ilişki değil, bir benzerlik ilişkisi olduğunu özellikle hatırlatmakta yarar görüyorum. Benim burada söylemeye çalıştığım şeyleri, ikinci tür sinema'dan haberi olmayan Seyyid Kutup, Kur'ân'da Edebî Tasvir başlıklı kitabında, özellikle de Arapçası'nda, büyüleyici bir edebî dille enfes bir şekilde gözler önüne serer.

    İbn Haldûn, Kurân ilimlerine, İslâmî ilimlere, özellikle tefsire, fıkha, hadîs ve tasavvufa da vâkıf bir âlimdi. Mukaddime'nin rûhunun ve yapısının oluşmasında, bu vasatın ve bu vasata ruhunu veren Kitabımızın ve diğer metinlerin bir şekilde etkili olduğunu, nüfûz ettiğini zannediyorum.

    SİNEMATOGRAFİK BİR ADAM: İBN HALDUN

    İbn Haldûn, ikinci tür sinema anlamında sinematografik bir adamdır derken kastettiğim şey, Mukaddime'nin temel esprisinin ve yapısının presentasyon'a dayalı olmasıdır: İbn Haldûn, Mukaddime'de bize, olayları, olguları, durumları olağanüstü bir objektiflikle tasvir, tarif ve tahlil eder. Bilmediği konular, toplumlar, olaylar hakkında ahkâm kesmez; hadis usûlündeki sened-isnad zinciri mantığından yola çıkarak, olayları nasılsalar öylece, çarpıtmadan kılı kırk yararak anlamaya ve aktarmaya çalışır; ancak ondan sonra konuşur, teorisini kurar.

    Bu, İbn Haldûn'un dehasının çapını gösterir. Çünkü bugüne kadar, İbn Haldûn kadar bu konuda hassas olmuş, hassasiyet göstermiş, bu husûsiyeti şahsileştirerek müşahhaslaştırabilmiş başka bir "insan ve sosyal bilimci" bir düşünür pek gelmemiştir. Her olguyu, vuku bulduğu çağda nasıl vukua gelmişse öylece anlamaya ve aktarmaya; hiçbir şeyi, hiçbir gerçeği mutasyona ve metamorfoza uğratmadan kavramaya; anlam yüklemelerinden kaçınmaya, kendi saplantılarını, ön-kabullerini incelediği olaylara ve olgulara giydirmeMeye bu kadar özen gösterebilmiş başka bir düşünür pek yoktur. Bu, dehasının yanısıra, İbn Haldun'un ne kadar büyük bir özgüven sahibi bir düşünür olduğunu da gösterir.

    Kanımca, İbn Haldun'un anlaşılamaMasına neden olan şey, üstelik de büyük bir kriz zamanının tam ortasında sahip olduğu bu muazzam özgüvenidir. İbn Haldun'un, kriz zamanında, her şeye ve herkese bu kadar âdil ve mutedil yaklaşması, böylesine muazzam bir özgüvene sahip olması nereden geliyor? Kanımca, bu, hem çağını, hem de ulaşabildiği kaynaklar ölçüsünde bütün çağları çok iyi tanıyor olmasından kaynaklanıyor; dolayısıyla bu özelliği, eserinin büyük bir arkeoloji ("kazı") ve jeneoloji (soykütüğü) çalışmasına dönüşmesini mümkün kılmıştır. Bugün, en çok eksikliğini hissettiğimiz şey de, İbn Haldun'daki bu âdil ve mutedil özgüven duygusu değil midir?

    Özetle, İbn Haldun'dan öğreneceğimiz çok şey var. O yüzden, İbn Haldun'u her bakımdan çok iyi tanımak, ama "doğru" tanımak; onu rehin alanların ellerinden kurtarmak; bunun için de Batılı seküler insan ve toplum bilimleri tarafından İbn Haldun'un üzerine örtülen kalın sis perdelerini kaldırmak zorundayız.

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi