T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 6 HAZİRAN 2006 SALI
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Fatma Karabıyık BARBAROSOĞLU

"Bir teselli ver"

Hayat teselli olmaktır diyor Gazzali'nin çağdaşı Yusuf Hemadani. "Herkesin tesellisi farklı şekilde ve farklı şeylerdedir."

Şubat ayının ilk haftasında Türkiye'ye gelen Rindley ve Milliyet Gazetesi'nden Tuba Akyol, Hemadani'nin bu cümlesi ile zihnimde ansızın birleşiverdi. (Şimdi Haziran ayındayız değil mi? Yaz gelince eğlence kültürü "bizi ayıran nehir" olduğu için zihnim bu kes-yapıştırı yaptı herhalde.) Rindley biliyorsunuz yasadışı yollardan Afganistan'a girmeye çalışırken, Taliban tarafından yakalanıp tutsak edilmiş olan bir İngiliz gazeteci. Kadın. Dünyanın en "vahşi" örgütüne esir iken Müslüman oluyor. İslam ile şerefleniyor. Çünkü "vahşi" diye sunulanın "vahşetini" sorgulama imkanı buluyor. "İyi ki" diyor "vahşi bir örgüte esir düşmüştüm. Ya hak ve hürriyetlerin koruyucusu ABD'nin Guantanamo'suna esir düşmüş olsaydım."

Rindley hayatının İslam'dan önceki renkleri ile Müslüman olduktan sonraki renklerini karşılaştırıyor. "Ben kötü biri değildim" diye başlıyor "İçki içerdim. Gece kulüplerine giderdim. Eğlence ağırlıklı bir hayatım vardı. Müslüman olduktan sonra hayata daha ciddi bakıyorum ve bu beni tatmin ediyor." Rindley'in ifadelerini Tuba Akyol'un satırları ile birleştiren lokomotif kelime "eğlence". Çünkü Tuba Akyol "Türban ve Kariyer" kitabındaki söyleşilerden bahsederken Özlem Albayrak'ın eğlence üzerine söylediklerine itiraz ediyor: "Ben ki içki içerim, bazen de dans ederim falan ama 'döküp, saçıp, kendi arzularımdan başka hiçbir şeyi önemsemeden eğlendiğimi zannetmiyorum. Defalarca da dans edilmeyen barlarda kahve, elma çayı, sıcak çikolata, hatta kakaolu süt falan içerek oturmuşumdur(...)Birbirimizden uzak durdukça, koptukça farklıklar keskinleşiyor, abartılı tarifler yapılıyor, birbirimizi anlama ihtimalimiz giderek azalıyor."

Başladığımız yere geri dönelim. Hayat teselli olmaktır. Herkesin tesellisi farklı. Bunda bir sorun yok. Sorun tesellinin hiyerarşisinde ortaya çıkıyor. Dindarlar teselliyi eğlencede aramıyor. Ya da seküler zihniyetin kendini eğlendirme biçimi, dindar bir insanı hiç eğlendirmiyor. Dolayısıyla hayat algısının zamansal ve mekansal farklılaşmasından bahsetmek mümkün. Bu farklılık dayatma olarak okunmaktan vazgeçildiğinde, dindarlar ve laiklerin aynı mekanda eğlenmeleri, ve tek mekanda acilen buluşmaları gerekmediğine göre, "hayatın renkleri"ni algılamak konusunda daha geniş bir açımızın olduğunu fark/idrak edeceğiz. Dindarlar ve sekülerler olarak konuşacak/paylaşacak o kadar çok duygumuz var ki... Eğlence galiba konuşacak şey azaldığında daha önemli oluyor. İki insan bir arada olmayı başaramadığında ve kalpten kalbe yol gitmez olduğunda sahne ışıklarına ve yalnızlığı gürültü ile esir olan o müziğe ihtiyaç duyuluyor. Nasrettin Hoca misali herkes kaybettiği yerde değil, başka yerde arıyor teselliyi.

Tuba Akyol yukarıda bahsi geçen yazısında hiç türbanlı arkadaşının olmadığını söylüyor. Şimdi bu satırların yazarının benim 'hiç başı açık arkadaşım olmadı' diye yazdığını düşünelim. Herkes "hu" deyip göklere çıkar. "Vay sen ayrımcılık mı yapıyorsun?" "Yazar olarak Türkiye gerçeğine nasıl bu kadar uzak olabilirsin?" "Sen cemaat yazarısın." Böyle diyerek herkese başı örtülü olmanın üstünlük olduğunu mu empoze etmeye kalkıyorsun?" Velhasıl ardı arkası kesilmeyecek her kademe ve meşrepten pekçok ileti gelir.

Halbuki Milliyet yazarının "hiç başı örtülü arkadaşım olmadı" cümlesinden bu satırların yazarının çıkardığı sonuç şudur: Türkiye'de bazı kadınlar her yere kendilerini fazlasıyla götürdükleri için pek iletişime açık olamıyorlar. Yani Türkiye'de yaşayıp da başı örtülü tek bir arkadaşının olmadığını söylemek övünç kaynağı değil. Nitekim Tuba Akyol da bunu övünme vesilesi yapmıyor (Bunu övünme vesilesi yapan hatta kendi kimliğini antitürbanist olarak şekillendiren "pekçok kadın" yazarımız var). Bakınız bendeniz bu iyi niyeti görebiliyorum. Ama başı örtülü bir insan dindar bir kimlik içinde kalmaya devam ettiğinde, sekülerlerin "iyi niyet" kredisi pek çabuk doluyor. Ya da bazılarında böyle bir kredi hiç yok zaten. Onlar daha ziyade başıörtülüleri kendi söylemlerini destekleyici bedenler olarak algı sahaları içine dahil ediyorlar.

Köşe yazarı ve siyaset bilimci olarak son derece kendine has bir bakış açısı olan Nuray Mert'in bu üslubunun, zengin birikimi kadar arkadaşlarını başı açıklar ve başı örtülüler olarak kategorize etmemesinden kaynaklandığını düşünüyorum.

Yani Tuba Akyol'a bu vesile ile selam gönderiyoruz. Biz buradayız. Bekleriz. Pekçok başı açık arkadaşımız olduğu için...


Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi