T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
S İ N E M A 31 MART 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

SİNEMA
Ali Murat GÜVEN

Hayat, ailenle güzeldir

Scott McGehee ve David Siegel'in ortaklaşa yönettikleri "Umut Mevsimi" çağdaş Amerikan ailesindeki çözülmenin nedenlerine ışık tutarken, aslında Türkiye gibi üçüncü dünya ülkelerini adım adım kuşatan benzer toplumsal tehlikeleri de gözler önüne seriyor...

"Umut Mevsimi"
(Bee Season)

2005-ABD yapımı
Yönetmen: Scott McGehee, David Siegel
Oyuncular: Richard Gere, Juliette Binoche, Flora Cross, Max Minghella, Kate Bosworth
Süre: 104 dakika
Özel Sınırlamalar: Amerikan MPAA Kurumu PG-13 Sertifikası
Dağıtım: Özen Film
(İçerdiği duygusal sahneler ve bazı sert diyaloglar nedeniyle 13 yaşından küçüklerin erişkin bir refakatçiyle birlikte izlemesi önerilir.)
3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer' 3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer' 3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer'
Şiddet yok Cinsellik/çıplaklık yok Yalnızca bir bölümde argo var Yalnızca bir bölümde argo var Çocuklara da izletilebilir

11 yaşındaki Eliza Naumann, sıradan bir ailenin fertlerinden biridir. Aslında ailenin dört ferdi de sıradan gözükebilmek için ilgilerini farklı yönlere kanalize etmişlerdir. Eliza beklenmedik bir şekilde kelime kodlama yarışlarında birincilik kazanmaya başladığında ise ailenin diğer fertleri arasındaki ilişkiler çözülmeye başlar. Birbirlerinden uzun süredir sakladıkları sırlar ortaya çıkar. Baba Saul ve anne Miriam ise kopmaya yüz tutmuş evlilik bağlarını tekrar gözden geçirirler. Eliza ulusal kodlama şampiyonu olmaya gittikçe yaklaşmakta ve Naumann ailesi kendilerini ilginç keşiflerin eşiğinde bulmaktadır.

Her yönüyle sarsıcı bir film olan "Amerikan Güzeli"nden yaklaşık altı yıl sonra, Hollywood'dan çağdaş dünyadaki yeni bireyci değerlerin aile kurumunu nasıl da paramparça ettiğini ele alan sıradışı bir yapıt daha. İnsan sıcaklığına sahip, sorgulayıcı ve dürüst...

Çifte yönetmenli bir film olan "Umut Mevsimi" (neden böyle olduğunu bilmiyorum) yazar Myla Goldberg'in kendisine büyük bir hayran kitlesi toplamış olan aynı adlı romanından uyarlanmış. Filmin başrolünde, yıllarca patlamış mısır tarzı filmlerdeki "yakışıklı jön" rolleriyle genç kızların kalbini fethettikten sonra 1990'ların ortalarından itibaren sinemada radikal bir konum değişikliğine giden Richard Gere var. Gere, ailenin "reisi" (ki artık Türkiye'de bile yokedilmeye çalışırken, Amerikan toplumunda böyle bir kavram kaldı mı bilemiyorum) Saul Naumann rolünde son derece başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Filmde eşi Miriam rolündeki Fransız oyuncu Juliette Binoche'u ise daha çok Avrupa'da çektiği filmlerden tanıyoruz. Zaman zaman Hollywood'a da konuk olan Binoche, Gere ile uyumlu bir ikili oluşturmuş.

Fakat, "Umut Mevsimi"nin gerçek yıldızı hiç kuşkusuz ki Eliza rolündeki Flora Cross... Bu rolü ilk önce -son yıllarda çocuk oyuncuların kraliçesine dönüşen- Dakota Fanning'in canlandırması düşünülmüş, ancak Fanning'in programının yoğunluğundan dolayı rol son anda Flora'ya kalmış. Bence pek de iyi olmuş, çünkü beyazperdenin daha ilk kamera deneyiminde "Umut Mevsimi", bir zamanlar çok övülen, her fırsatta yüceltilen ve örnek gösterilen muhafazakâr Amerikan ailesinin onca yıpratmadan sonra geldiği bugünleri gösteriyor. Hem de son derece etkileyici bir sinema diliyle... "Amerikan ailesinin bugünü" dediğimiz şey de bizlerin, yani Türk ailesinin beş, bilemediğiniz on yıl sonrasındaki hâlinden başka birşey değil. O yüzden de belli bir toplumsal sorumluluk duygusuyla çekilmiş olan böyle filmleri seviyor ve destekliyorum. Bütün dünya bize düşman da olsa "aile" kurumunu sevmeye, korumaya ve yıpratanlarla savaşmaya devam edeceğiz. Bu yolda zerre kadar katkısı olan her sanat eserinin de, yerli olsun yabancı olsun, başımızın üstünde yeri var.

Aile üyelerinizle birlikte rahatça gidebilirsiniz. Ki bence gitmeniz de gerek...

EKSTRA YORUM
Çok mersi, ama biz almayalım

48 yaşındaki (ve özünde de gayet iyi bir oyuncu olan) Amerikalı bir aktristin ayakta (ve hayatta) kalabilmek için perdede umutsuzca sergilediği bu son çırpınışları izleyerek keyif alacaklar var ise buyursunlar. Ancak, inanıyorum ki sinemadan bambaşka keyifler bekleyenlerin tercihi asla bu film olmayacaktır.

Temel İçgüdü-2
(Basic Instinct-2)

Yönetmen: Michael Caton-Jones
Oyuncular: Sharon Stone, David Morrissey, Stan Collymore, Charlotte Rampling
2005-ABD yapımı, 114 dakika
Dağıtım: UNP
18 yaşından küçükler ve dindarlar için zararlıdır.
2 Yıldız: 'Aynı paraya daha iyi filmler var, ama...' 2 Yıldız: 'Aynı paraya daha iyi filmler var, ama...'
Tanınmış Londralı psikiyatrist Dr. Michael Glass mesleğinin en iyilerindendir. Dedektif Roy Washburn ondan, ünlü bir spor yıldızının ölümüyle bağlantısı olduğunu düşündüğü güzel ve etkileyici bir kadını değerlendirmesini istediğinde, Glass'ın bütün dünyası altüst olur. Çünkü sorgulanan kadın, kitapları satışları rekorları kıran Amerikalı cinayet romanları yazarı Catherine Tramell'dir. Cinayet masası dedektiflerinin spotları, yıllar sonra bir kez daha bu gizemli yazara çevrilmiştir.

Hollywood'un -tıpkı yakışıklı aktörler gibi- güzel ve alımlı aktristleri de posasını çıkartana kadar tepe tepe kullanışının ibretlik bir örneği daha... 1992 yılında gerçekleştirdiği "Temel İçgüdü-1" ile kısa sürede dünya çapında bir yıldıza dönüşen Sharon Stone, 40'larına girmesiyle birlikte sektörde aynen yükseldiği hızla çaptan düşmüş ve artık başrol bulamaz olmuştu (Ha, şu ünlü "Kurtlar Vadisi" macerasını unutmayalım!).

Son derece zeki bir kadın olarak tanınan Stone, 2000'li yıllarda yaşadığı kahredici işsizlik canına tak ettiğinden olsa gerek, vaktiyle bütün dünyada epeyce gürültü koparmış olan bu erotik gerilimin ikinci bölümünde, "Ben ölmedim, hâlâ dimdik ayaktayım" dercesine elinde avucunda ne kalmışsa bol keseden ortaya döküyor.

Ancak bu beyhude bir çaba elbette... Çünkü söz konusu film, insanın nefsini harekete geçirmek şöyle dursun, Stone'un beyazperdedeki yükseliş ve düşüşünü iyi bilenlerin kalplerinde olsa olsa güçlü bir "acıma duygusu" uyandırıyor. Yıllar önce menapoza girmiş yorgun bir aktristin kendisini "yapımcılara hâlâ para kazandırabilecek değerli bir meta" olarak sunabilmek için ilk filmi bile aşan böylesine yoğun bir cinsellik dozunun ardına sığınmasını izlemek gerçekten de trajik bir durum. Oysa hatırlayanlar olacaktır, aynı aktrist, cinselliğini zerre kadar ön plana çıkarmadığı 1999 tarihli bir diğer filmi "Gloria"da ne kadar da içten ve derinlikli bir oyun vermişti. Keza, 2000 yapımı "Güzel Joe"da da öyle...

Sharon Stone'un bu filmdeki karelerinden sayfamıza girebilecek bir fotoğrafını bulabilmek bile sorun oldu.
Ancak Hollywood kadın yıldızlardan iyi oyunculuk gösterileri falan değil, doğrudan doğruya "et" istiyor. Eskiyen yüzlerin yerine yeni yüzler, kırışan tenlerin yerine yeni tenler... Bu döngü bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de aralıksız sürecek. Bayatlayanlar en yakındaki çöplüğe fırlatılıp atılacak, onların yerine yarışmalardan ya da model ajanslarından daima yenileri gelecek. Çünkü Amerikalıların o ünlü sözünde olduğu gibi, "gösteri devam etmek zorunda", değil mi ya!

48 yaşındaki (ve özünde de gayet iyi bir oyuncu olan) Amerikalı bir aktristin ayakta (ve hayatta) kalabilmek için perdede umutsuzca sergilediği bu son çırpınışları izleyerek keyif alacaklar var ise buyursunlar. Ancak, inanıyorum ki sinemadan bambaşka keyifler bekleyenlerin tercihi asla bu film olmayacaktır.

Bu arada, "Temel İçgüdü-2"nin batılı IMDb yorumcularından 10 üzerinden 4.2 aldığını ve pek çok izleyici tarafından "berbat" olarak değerlendirildiğini de hatırlatalım. Demek ki yeryüzündeki tek "gerici" biz değilmişiz!

Allah'ın kudretini en iyi kavrayabilecek olanlar âlimlerdir...

Ellie Arroway'in hayattaki en büyük tutkusu, evinde bulunan bir amatör telsiz cihazıdır. Annesini daha doğum sırasında kaybetmiş olan bu küçük kız için, erişebildiği uzak noktalardaki insanlarla iletişim kurmak bir tür avuntuya dönüşmüştür. Ellie'yi tek başına büyütmeye çalışan baba Ted de kızının telsiz merakını onunla paylaşmaktadır. Ancak, bu şefkatli adamın âni bir kalp kriziyle hayata vedâ edişi, Ellie'yi zorlu hayat yolunda çok erken yaşta yapayalnız bırakacaktır.

Yıllar geçer ve "uzaklar"ın sesini dinlemeyi seven bu kız, sonunda tam da arzu ettiği türden bir eğitim görüp "astronom" olur. Kısa süre sonra da evrendeki muhtemel zeki hayat sinyallerini yakalayabilmek amacıyla oluşturulan SETI projesinin yürütücülerinden biri olarak atanır. Günlerini New Mexico eyaletindeki dev radyo teleskopların yanıbaşında, uzayın derinliklerinden gelen sesleri dinlemekle geçiren genç kadının hayatı, bir sabah kulaklığından yükselen ritmik sinyallerle sonsuza kadar değişecektir. Evrendeki gelişmiş bir uygarlıktan dünyamıza gönderilen ilk "mesaj"ı aldığını fark eden kahramanımız, böylelikle milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki Vega yıldızına ulaşma çabalarının da başlama vuruşunu yapmış olur.

Sinema tarihinde, -İslâm toplumlarından çok Hıristiyanlık dünyasının temel bir sorunu olan- "Allah'a inanç" ile "bilime inanç" arasındaki o kadim çatışmaya adanmış en değerli ve de tarafsız filmlerden biri... Öyle ki "Mesaj", salt bu yöndeki bir çatışmanın varlığını bütün cepheleriyle birlikte ortaya koymakla kalmıyor, filme kaynaklık eden kitabın yazarı, ünlü astronom Carl Sagan'ın kaleminden "Aslında böyle bir çatışmaya gerek var mı?" sorusunu da soruyor.

Filmin ana karakteri astronom Ellie Arroway, önce annesini, ardından da henüz küçücük bir kızken babasını yitirmiş olmasının ruhunda meydana getirdiği şiddetli travmayla, dinsel inançları neredeyse "inançsızlık" noktasına kadar gerilemiş biridir. Yalnızca bilime imân etmiş bir araştırmacı olarak, kişisel uzmanlık alanı konumundaki astronomide onun için asla dinsel yaklaşımlara yer yoktur. Ancak, Vega'dan gelen sinyallerin gerçekte dünya insanlarını bu yıldız sistemindeki bir gezegene misafir edecek olan çok gelişmiş bir taşıtın planlarını içerdiği fark edilince, Ellie'nin inançsızlığı uluslararası kamuoyunun nazarında adım adım bir handikapa dönüşür. Yüzde 95'inin şu ya da bu adla tanımlanmış üstün bir yaratıcıya imân ettiği dünya kamuoyunu, 26 milyon ışık yılı uzaklıktaki bir başka uygarlık karşısında "inançsız" biri mi temsil edecektir?

Carl Sagan (1934-1996)
"Mesaj", Stanley Kubrick'in 1968 yılında gerçekleştirdiği "2001: Bir Uzay Macerası" ve Andrei Tarkovski'nin 1972 yapımı "Solaris"inden bu yana, bilim-kurgu sinemasının yegâne varlık nedenin izleyiciye "yeşil derili uzaylılar" ve "ışın kılıçları" göstermek olmadığının yeniden hatırlandığı nadide örneklerden biri. Yapıtın her karesine sinen bu zekâ pırıltısının en öncelikli nedeni ise hiç kuşkusuz ki Carl Sagan. Yazdığı popüler bilim kitaplarıyla, astronomiyi bir grup bilim adamının kendi aralarında yaptıkları anlaşılmaz muhabbetlerin konusu olmaktan çıkartıp kamuoyuna mâleden ve böylelikle dünyanın dört bir köşesindeki genç kalplere bilimsel araştırma ateşi düşüren Sagan, bu yönüyle çağımızın belki de en değerli bilim adamlarından biriydi. Sagan'ın, batı dünyasında din ve bilim arasında yüzlerce yıldır sorunlu bir çizgide ilerleyen ilişkileri baştan aşağı entelektüel bir yaklaşımla sorguladığı aynı adlı kitabı, yönetmen Robert Zemeckis'in -NASA tarafından da teknik olarak desteklenen- muhteşem sinema diliyle birleşince, ortaya her yaştan ve her toplumsal kesimden sinemasevere yoğun bir seyir zevki sunan görsel bir şölen çıkıyordu.

Ancak ne yazık ki Sagan popüler bilime son büyük katkısı durumundaki "Mesaj"ı izleme şansı bulamadı. Filmin çekim sürecinde kanserle boğuşan ünlü bilim adamı, kurgunun tamamlanmasından çok kısa bir süre önce hayata veda edecekti. Zemeckis de onun bu filmin sahip olduğu yüksek entelektüel düzeydeki katkılarını unutmayarak, yapıtının son karesinde beliren "For Carl" (Carl için) ithafıyla saygısını ölümsüzleştirdi.

"Mesaj"da, uzaylıların gönderdikleri proje doğrultusunda, yıldızlararası bir transfer aracının yapımı -büyük güçlüklerle de olsa- tamamlanır ve sonuçta insanlık tarihinin bu en önemli yolculuğunu Ellie Arroway'in yapmasına karar verilir. Ellie, hayatının deneyimi olan bu yolculuğu başarıyla gerçekleştirir gerçekleştirmesine; ancak Vega'nın gezegenine gidiş ve dönüş serüveni kişisel zaman algısına göre "18 saat", Japonya'nın Hokkaido adasında bu transferi yöneten ekibe göre ise yalnızca "bir saniye" sürmüştür. Bunun nedeni, genç kadının uzayın iki uzak noktası arasında kestirme bir yol açan "Einstein-Rosen köprüleri"nden biri üzerinden taşınmış olmasıdır. Ancak yalnızca teorik bazda kabul gören bu açıklama Beyaz Saray'ın kuşkucu yetkililerini tatmin etmeye yetmez. Ellie şimdi, hakkında açılan Senato soruşturmasında yolculuğunun gerçekliğini savunmanın yanısıra, bu projeye harcattığı yarım trilyon doların da hesabını vermek durumundadır.

Yukarıda da vurguladığımız üzere, çeşitli bilim dalları, özellikle de astronomi karşısında -kaynağını dinsel dogmalardan alan- katı reddiyeci tutum, İslâm toplumlarını hiç bir zaman bağlamadı. Çünkü bu toplumlar, pozitif bilimlerin her dalıyla birlikte uzaya da sıklıkla atıfta bulunan, dahası bu alana ilişkin sayısız veriler ve ipuçlarıyla dolu olan bir kutsal kitaba imân etmenin ayrıcalığını yaşamaktaydılar. O yüzdendir ki İslâm coğrafyası astronomi alanında yakın çağlara kadar tartışmasız söz sahibi olarak kaldı. İstanbul'dan Semerkant'a kadar uzanan son derece geniş bir coğrafyada binlerce bilgin, yıldızların "gece karanlığını aydınlatmak üzere havaya asılmış büyülü ışıklar" olduğu faslını çoktan geçmiş, artık onların yörüngelerini ve çaplarını hesap etmenin peşindeydi. Çünkü Allah'ı reddeden değil, onun varlığından güç alan özgün bir bilimsel bakış açısını hayatın pratiğine başarıyla uygulamış olmanın gücüne sahiptiler. Müslüman denizcilerin dünyanın yuvarlaklığını bütünüyle kanıksadığı o çağda Galile'nin İtalyan Engizisyon Mahkemesi tarafından dünyanın döndüğüne ilişkin tezlerini geri alması için sıkıştırılması da iki kültür arasındaki dehşetengiz algı farkını açıkça koyan en ünlü örneklerden biridir.

Türkçe Adı: "Mesaj"
Orijinal Adı: "Contact"
Yapım Yılı: 1997
Ülke: ABD Yapımı
Süre: 153 Dakika
Yönetmen: Robert Zemeckis
Senaryo: James V. Hart ve Michael Goldenberg (Carl Sagan'ın aynı adlı romanından)
Müzik: Alan Silvestri
Görüntü Yönetimi: Don Burgess
Kurgu: Arthur Schmidt
Oyuncular: Jodie Foster, David Morse, Tom Skerritt, Matthew McConaughey, John Hurt, James Woods, Angela Basset
Uluslararası İzleyici Yargısı: 7.3 / 10 (Kaynak: Internet Movie Database)

Bu bakımdan, "Mesaj"ın öyküsü içinde boy gösteren "dinsel fanatikler" belki batılı izleyiciyi karanlık geçmişiyle yüzleştiriyor ve o vesileyle de canını bir miktar acıtıyor olabilir; ama böyle olumsuz figürlerin Müslümanlar açısından hiç bir rahatsız edici yönü yok. Çünkü bizler uzayın göz kamaştırıcı sonsuzluğunu doğru yorumlamaya zaten yüzlerce yıldır gayet alışkın bir ümmetiz.

"Mesaj"ın sonunda, Ellie'nin o çok güvendiği seküler sistem, bütün kişi ve kurumlarıyla birlikte kendisine sırtını dönmüşken, Senato soruşturmasından ayrılışında ona medya ve kamuoyunun önünde ona sahip çıkan tek kişinin yine bir inanç insanı olması da hiç kuşkusuz rastlantı değildir. "Ben onun doğruları söylediğine inanıyorum" der Beyaz Saray'ın din işleri danışmanı Rahip Palmer Joss, "Bazı konularda farklı düşünüyor olsak da nihai hedefimiz ortak. İkimiz de gerçeğin arayışı içindeyiz."

Bilim, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kendi kendisinden yeni bir Tanrı yaratmak adına giriştiği her yeni mücadelede başarısızlığın acısını tatmaya mahkûm olacak. Ancak amaç "evrendeki gerçeği aramak" olduğunda, yaratıcının sonsuz desteği de o bilimin yanında olacaktır hiç kuşkusuz.

Bilim-kurgu sinemanın yakın dönemdeki en seçkin örneklerinden biri olan "Mesaj"ı -eğer hâlâ görme fırsatını bulamadıysanız- en kısa zamanda izlemeyi ve DVD'sini de arşivinize katmayı ihmal etmeyin.

Bir anti-kapitalist metafor olarak 'Zombiler'

"Zombi", yeryüzüne Karayip Denizi'nin büyük adalarından biri olan Haiti'den yayılmış bir sözcüktür. Söz konusu sözcük, bölgenin yerel dilinde, belirli bazı dinsel ritüeller ve bu iş için özel olarak hazırlanmış kimyasal karışımlar aracılığıyla "diriltilen ölüler"i ifade eder.

Haiti'de yapılan bilimsel araştırmalar, bu gizemli adada, yüzlerce yıldan beri -sinema sektörünün sulandırdığı kadar olmasa da- yine de ciddiye alınması gereken bir "zombi kültürü"nün var olduğunu kanıtlamıştır. Ancak orada yaşanan olay, hayatla ölüm arasındaki kritik eşiği geçip tıbbî açıdan ölmüş kabul edilen bir insanın korku sinemasındakine benzer türden bir "diriltilme" işlemine tâbi tutulması değil, bazı deneklerin (daha doğrusu "kurbanların") yeryüzünde yalnızca bu bölgede yetişen özel bitkisel karışımlar kullanılarak, ölüme çok yakın bir noktaya kadar uyutulmasından ibarettir. Yerel şaman büyücüler tarafından kendilerine içirilen ilaçlarla bir tür "derin koma" durumuna sokulan kurbanların bir süre sonra kalp atışları ve genel vücut fonksiyonları öylesine yavaşlar ki bazı durumlarda uzman bir hekimin muayenesi bile o kişinin henüz yaşamakta olduğunu belirlemeye yetmez. İşte, böyle durumlarda da Haiti'de aslında ölmemiş olan kimi insanlar için "ölüm raporu" hazırlandığı ve bu kişilerin gömülmelerinden kısa bir süre sonra yeniden mezarlarından çıkartılarak, vücutlarına zerkedilen bazı kimyasal karışımlar sayesinde "canlandıkları" vak'alar tesbit edilmiştir. Ancak, böyle bir "geriye getirme" operasyonu sonrasında, saatlerce ya da günlerce koma durumunda kalmış olan kurbanın beyin hücreleri çoğu kez hasar görmüş olduğundan, uyanış sonrasındaki davranışları da genellikle bir akıl hastasından farksızdır.

Bütün bu karmaşık ve ürkütücü çabanın esas amacı ise feodal bir toplumsal yapıya sahip olan ülkede sahipsiz insanları bir tür "köle" ya da "hizmetçi" olarak kullanma yönündeki yüzlerce yıllık alışkanlıktır.

İşte, zamanla gerçeklerin efsanelere karışması ve giderek neyin "gerçek" neyin "efsane" olduğunun ayırdedilemez duruma gelmesi nedeniyle, korku sinemasında da 1960'lı yıllarla birlikte abartılı bir "zombi alt türü" doğmuştur. Beyazperdenin zombileri, Haiti'nin gerçek zombilerinden büyük ölçüde farklıdır. Bu tür öyküleri anlatan filmlerde, sağlıklı insanların hızla yayılan bir tür "saldırganlık virüsü" nedeniyle zombileştiklerini ve büyük kentlerin caddelerini ağır aksak adımlarla işgal ettiklerini görürüz. Zombilerin -bu salgından bir biçimde etkilenmemiş- sağlıklı insanları yakaladıkları yerde ısırmaları da virüsün yayılımını hızlandıran önemli etkenlerden biridir ve bir zombi ısırığının yol açacağı acı sonuçlardan hiç bir kurtuluş yolu yoktur.

Amerikalı yönetmen George A. Romero, 1960'lardan bu yana ardarda çektiği bir dizi ürkütücü filmle, korku sinemasında sözünü ettiğimiz bu alt türün kurucusu, aynı zamanda da en büyük ustası olarak tanınmaktadır. İlk filmlerinden itibaren işbirliği yaptığı, en az kendisi kadar ünlü özel efekt uzmanı dostu Tom Savini sayesinde anılan türe kimi zaman seyri gerçekten zor, ama yine de belli bir ilgiyi hak eden yapıtlar armağan etmiş olan bu sıradışı sanatçı, geçmişte kendisiyle yapılmış olan söyleşilerde gerçek derdinin zombilerden ziyade insanları zombileştiren "çağdaş uygarlık", daha açık bir ifadeyle "modernite" olduğunu belirtmiştir. Gerçekten de korku sineması hakkındaki önyargılarımızı bir kez olsun yenip Romero'nun kanlı filmlerini alıcı gözüyle incelemeyi denediğimizde, aksak adımlarla ilerleyen ve önlerine çıkan her canlıyı parçalayan zombilerin gerçekte birer "metafor" (bir kavramın, durumun ya da nesnenin doğrudan kendisiyle değil, bir başka kavram, durum ya da nesne kullanılarak dolaylı yoldan anlatılması) olarak kullanıldığını fark ederiz. Bu sanatçının filmlerinde zombilik, tıpkı "tüketim kültürü" gibi bulaşıcı ve yayılmacıdır. Zombiler, gerçekte "acıkma" diye bir gereksinimleri olmamasına karşılık (çünkü çoğunun midesi zaten deşilmiş ya da çürümüş olur) salt yok etme/tüketme güdüsüyle diğer insanlara saldırır ve onları parçalara ayırırlar. Ayrıca, zombilerin, bu tür öyküleri anlatan filmlerde genelde büyük bir alışveriş merkezine toplanması ve kahramanlarımız tarafından orada hep birlikte "temizlenmeleri" de çağdaş dünyanın dur durak bilmeksizin şuursuzca tüketme alışkanlığına yöneltilmiş eleştiri oklarıyla dolu klasik sahnelerdendir. Ve nihayet, büyük kentlere yönelik toplu bir zombi tehdidi söz konusu olduğunda, zengin sınıfların bu tehdide karşılık dikenli tellerle çevrili korunaklı bölgeler inşâ ettirmeleri ve toplumun içine düştüğü onca kargaşaya rağmen kendi "yalan dünya"larında zevk-ü safa içinde yaşamayı sürdürmeleri de temellerini Romero'nun attığı bu sinemasal dünyadan gerçek hayata taşan ilginç göndermeler arasında yer almaktadır.

George A. Romero
Bu haftaki "Sine-Bulmaca"da, George A. Romero'nun korku sinemasında "zombi alt türü"nün doğmasına yol açan öncü filmini hatırlamanızı isteyeceğiz sizlerden...

Farklı mesleklere ve etnik kökenlere mensup bir grup insan, yaşadıkları yörede ansızın ortaya çıkan zombilerden kurtulmak amacıyla yakınlardaki bir çiftlik evine sığınırlar. Son derece tehlikeli bir durumla karşı karşıya olmalarına rağmen, mecburen biraraya gelen bu topluluğun üyelerinin (insana özgü) bencilce davranışları, hırsları ve bitmez tükenmez çatışmaları sıkışıp kaldıkları o daracık mekânda da aynen devam eder. Kendi aralarında organize olmayı bir türlü başaramamaları nedeniyle, çiftlik evinde saldırgan ölülerle mücadele ederek geçirdikleri o kâbustan farksız gece, içlerinden akıllıca davranan biri haricinde hepsinin sonunu getirecektir.

Anılan film, ABD'nin Pittsburg kentindeki bir kasabada ve büyük bölümü o kasabanın halkından seçilen amatör bir oyuncu kadrosuyla siyah-beyaz olarak çekildi. Kendi yazdığı bu senaryoyu son derece sınırlı maddî imkânlar altında sinemaya aktaran Romero, o yüzdendir ki sette yönetmenliğin yanısıra kameramanlık gibi kritik bir görevi de üstlenmek zorunda kalmıştı. Çekildiği dönemde hiç bir dağıtıcının ilgi göstermediği ve uzunca bir süre sinemalarda gösterime çıkamayan bu filmin şöhreti, yönetmenin düzenlediği özel gösterimler sayesinde zamanla kulaktan kulağa yayıldı ve bir "kült yapıt"a dönüşerek sinema tarihinin en değerli korku filmlerinden biri konumuna erişti. Baştan aşağı ruhbilimsel simgelerle bezeli bu mütevazı bütçeli filmin, yönetmenin sonraki bütün zombi filmlerinin de mantıksal çekirdeğini oluşturduğunu belirtelim. Öyle ki Romero, yıllar sonra gelen bu saygı dalgasına lâyık olabilmek amacıyla, filmini 1990'larda baştan aşağı gözden geçirecek ve onu sinemaseverlere yepyeni bir kurguyla (ayrıca, arşivinde bulduğu bazı kesilmiş sahneleri de ekleyerek) bir kez daha sunacaktı.

Türünün öncüsü sayılan bu ünlü yapıtın İngilizce orijinal adı, yapım yılı, en az üç baş rol oyuncusunun adları nedir? Doğru cevapları (adları ve açık adresleriyle birlikte) 6 Nisan 2006 Perşembe günü saat 11.00'e kadar 2001kubrick@e-kolay.net elektronik posta adresine gönderen okurlarımız arasından bilgisayarda rasgele tercihle seçilecek olan üç talihli, Yunanlı yönetmen Costa Gavras'ın 1997 yapım tarihli "Mad City" ("Çılgın Şehir" / Oynayanlar: John Travolta, Dustin Hoffman) adlı filminin birer DVD'sini kazanacaktır.


GEÇEN HAFTANIN CEVAPLARI
24 Mart 2006 Cuma günü sorduğumuz sorunun doğru cevapları şöyle:

- Filmin Orijinal Adı: "Exorcist" (İfrit Kovucu)
- Türkiye'de Yaygın Olarak Bilinen Türkçe Adı: "Şeytan"
- Yapım Yılı: 1973
- Yönetmeni: William Friedkin
- Başrol Oyuncusu: Linda Blair (Regan)
- Filme Kaynaklık Eden Kitabın Yazarı: William Peter Blatty

Yarışmamıza yurt çapında toplam 176 katılım gerçekleşti ve bunlardan 145 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Bu arada, her zaman olduğu gibi., yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılarımıza rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
30 Mart 2006 Perşembe Saat 13.00 itibarıyla bilgisayar programının rasgele seçtiği talihlilerimiz:

- Ayşen Çağlar / ANKARA
- Bülent Talay / OSMANİYE
- Muammer Kaya / ÇANAKKALE

Talihlilerimizin armağan DVD'leri "Contact" ("Mesaj") çok kısa bir süre içinde taahhütlü postayla adreslerine gönderilecektir.

Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "öğrenmek ve hiç unutmamak!"

ÖNEMLİ AÇIKLAMA-1: Bir süreden beri, "Sine-Bulmaca"nın bazı "fazla pratik" katılımcılarının, sinema filmlerine ilişkin dünya çapında bir veri tabanı oluşturan IMDb adlı internet sitesindeki bilgileri (bize ilettikleri mesajlarda Türkçe olarak yeniden alt alta yazmaya dahi gerek duymaksızın) kopyala/yapıştır yöntemiyle aynen alıp orijinal hâliyle gönderdiklerini üzüntüyle izlemekteyiz.

"Sine-Bulmaca", Yeni Şafak'ta aynı zamanda bir dizi yorucu görevi daha yerine getiren tek bir editör tarafından organize edilmektedir. Aynı şekilde, ödül olarak dağıtılan filmlerin belirlenmesi, piyasadan temini, zarflanması ve diğer bazı küçük armağanlar eşliğinde talihlilere postayla gönderilmesi işinin de yine tek kişi tarafından her hafta büyük bir özen içinde yapıldığını belirtelim. Durum böyleyken, yukarıda tanımlanan türden gayrıciddi bir katılım mantığına sahip bazı okurlarımızı artık bir nebze olsun ciddiyete davet etmenin zamanı geldiğini düşünüyoruz.

Bu yarışma, en karmaşık bilgilere ulaşmanın dahi topu topu bir kaç dakika aldığı günümüz internet dünyasında, sizi cevaplarına erişilmesi imkânsız sorularla zorlamayı değil, aksine gündelik hayatın karmaşası içinde biraz olsun eğlendirmeyi ve sinema tarihi üzerine bilgilerinizi küçük bir çabayla daha da zenginleştirmeyi amaçlamaktadır. Doğaldır ki bu durumda, yarışmanın yürütücülerinin de katılımcılardan topu topu üç ya da dört tane basit sorunun cevabını "Türkçe" olarak ve alt alta dizmelerini (hele de haftalardır aralıksız olarak yapılan onca duyurudan sonra ad ve adreslerini de yazmalarını) beklemeye hakkı vardır. O yüzden, sorulara sorulduğu düzen içinde ve bu ülkenin anadili olan Türkçeyi kullanarak cevap vermeyen, yabancı internet sitelerinin İngilizce sayfalarını aynen kopyalayıp gönderen, cevaplarına tam adını ve adreslerini eklemeyen bütün katılımcılar bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de çekiliş öncesi elenecektir.

Sonuç itibarıyla, bu mütevazı yarışmaya ve katılımcılarına verdiğimiz değer kadar, karşı taraftan da en fazla üç dakikalarını alacak bir özen göstermelerini istiyoruz. Acaba çok şey mi istemiş oluyoruz?

ÖNEMLİ AÇIKLAMA-2: "Sine-Bulmaca"nın bugüne kadar yayınlanan bölümlerinde, adı "kazananlar" listesinde yer alıp da armağan DVD'si henüz eline ulaşmamış olan okurumuz ya da okurlarımız var mıdır? Bu durumda olan okurumuz/okurlarımız var ise kendisinin/kendilerinin 2001kubrick@e-kolay.net elektronik posta adresine yazarak bizi bu durumdan haberdar etmesini rica ederiz. (Kayıtlarımıza göre, şimdiye kadarki bütün talihlilere armağanları taahhütlü postayla gönderilmiştir ve armağan dağıtımında herhangi bir aksama görülmemektedir.)


  • Ali Murat Güven: Rüzgâr eken, fırtına biçer



      DİĞER YAZILAR
  • Sinema Sayfası - 24 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 17 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 10 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 3 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 24 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 17 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 10 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 3 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 27 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 20 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 13 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 6 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 30 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 23 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 16 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 9 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 2 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 25 Kasım 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 18 Kasım 2005 Cuma
  • Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi