T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Yassıada'dan 50 kelime

Bugün, Nuriye Akman'ın kitabından bahsetmek istiyorum. Akman, Menderes'in, eşi Berin Hanım'a Yassıada'dan yazdığı mektupları "50 Kelime" isimli kitapta topladı. Bundan yıllarca önce, ben de, Berin Hanım'ın Adnan Menderes'e gönderdiği mektupları, "Bitmeyen Hasret" kitabımda biraraya getirmiştim. Böylece, hüzünlü hikayenin her iki cephesi de tamamlanmış oldu.

Akman'ın kitabını bir çırpıda okudum. Demokrasinin katledildiği o günlere içim burkularak geri döndüm. Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın idam edildikleri zaman, yüreğimi dağlayan o sancıyı, o derin acıyı bir kere daha hissettim.

Sessizlik

17 Eylül öğle saatlerinde, bir kuş bile kanat çırpmıyordu. Kalender'deki evimizin bahçesindeydim. Etraf sessizdi. Bir başbakan göz göre göre asılıyordu. Ve yaprak kıpırdamıyordu.

Oysa Menderes'in "intiharı (zehirlenmesinden)" sonra ele bir fırsat geçmişti. Zorlu ile Polatkan, 15'i 16 Eylül'e bağlayan gece idam edilmişlerdi. İntihar, Menderes'in infazını geciktirmişti. Halk, "Beyaz atlı kahramanına" sahip çıkabilse, belki Türkiye bu utancı yaşamayacaktı.

Neredeydi meydanları dolduran kalabalıklar! Gökyüzüne yükselen o sevgi dolu sloganlar!

Hayır, millet yüz çevirmemişti sevgili başbakanından; ama bugün olduğu gibi, o gün de demokratik refleksten mahrumdu. O yüzden, gözleri yaşlı, yüreği kan ağlayarak da olsa, Menderes'i yanlız bırakmıştı idam sehpasında, çingene cellatla başbaşa.

Postacı

Yassıada sakinlerinden şair Faruk Nafiz Çamlıbel, "Postacı" adını taşıyan dörtlüğünde, mektupların nasıl büyük bir hasretle beklendiğini anlatıyordu: "Duymamış belli hayatında bir eş hasretini / Yaşamış, taş gibi, toprak gibi mahrum acıdan / Ne bilir bir kağıdın canlara can kattığını / Başımız dertte şu her gün geciken postacıdan"

Evet, tıpkı Faruk Nafiz Çamlıbel'in, şiirinde tarif ettiği gibi, Menderes, aynı susuzlukla, Berin Hanım'dan gelecek o 50 kelimenin yolunu gözlüyordu:

"Berinim, dün mektup alamadım. Bu, nefes alamadım, bunaldım der gibi bir şey. Mektuplarınla ancak nefes alabiliyorum. Bu küçük odada, uçsuz buçaksız yalnızlık ummanında, yalnız sen ve sizler varsınız. Mektupların ise, adeta bu varlığınızı maddileştiren, hasret ve acısını biraz dindiren tılsımlı sözler, sihirli nefesler. Mis gibi bana ferahlık ve teneffüs imkânı veriyor. Sen 'Biraz oyalayabiliyorsam seni' şeklinde ifadelendiriyorsun. Halbuki... En derin sevgi ve hasretle pek çok öperim Berinim."

Menderes de, Berin Hanım da birbirlerine her gün mektup gönderiyorlardı. Bu mektup, karşılıklı hangi tarihli mektupları yazıp aldılar veya alamadılar, mutlaka o cümlelerle başlardı: "Berinim, canım, 6, 7, 8 tarihleri aldım."

"Berinim, iki gündür mektup alamadım."

"Berinim, dün de mektup gelmedi, 9 tarihinden sonra alamadım. Neredesin, onu dahi bilemiyorum, teessürümü tahmin edersin."

"Berinim, dün, 10'dan 14'e kadar 7 mektubunu aldım. Bunlar mektup değil, her kelimesi bir damla göz yaşı. Ve bunlar içime damla damla aktı."

Ateş ve meltem

Menderes'in yazdığı gibi, "Ateş gibi hasret ve onu serinleten meltemdi" bu mektuplar.

Ama bazen, bir büyük moral çöküntüsünü de yansıtıyordu.

Berin Hanım, bütün paraları ve gelirleri bloke olduğu için, sadece manevi değil, maddi sıkıntıyla da boğuşuyordu. Sırf hasret çoğalsın, ızdırap derinleşsin diye, zaman zaman mektupları geciktirerek sahiplerine veriyorlardı. "Sakıncalı" buldukları bölümün altını ya kırmızı kalemle çiziyorlardı veyahut kesip mektuptan çıkarıyorlardı.

Menderes'in, ailesi ile görüştürüleceğine dair, önce izin çıkması, sonra da bu buluşmanın engellenmesi benzer bir psikolojik harekatın parçasıydı. Menderes, eşinin ve oğlu Aydın'ın vapurdan indirilişi karşısında duyduğu derin teessürü mektuplarına yansıtmıştı: "Sizin ne kadar müteessir olacağınızı düşündükçe teessürüm büsbütün artıyor. Bu kadar ümit ve heyecandan sonra bu netice..."

Menderes'in, "Her kelimesi bir damla göz yaşı. Ve bunlar içime damla damla aktı" diye tarif ettiği de, Berin Hanım'ın, vapurdan indirilmelerini anlatan satırlarıydı.

15 aylık sürede, topu topu iki defa görüştüler: İlk buluşma Kasım 1960'da, diğeri Ağustos 1961'de gerçekleşti. Şubat 1961'deki görüşmede ise Berin Hanım ve oğlu Aydın, "Bir yanlışlık olduğu gerekçesiyle" Yassıada'ya giden vapurdan indirildiler.

"...Bu kadar hasret, iştiyak, intizar, ümid... Sonra gelemediniz. Ben de halâ kendime gelemedim. Teessürümü zaptetmek, nefsime hâkim olmak güç."

Menderes uğradığı hayal kırıklığını mektuplarında işte böyle anlatmaya çalışıyordu.

Aydın ihaneti

27 Mayıs, bir büyük zulüm çarkıydı. Ve Menderes ailesi, bu çarkın baş kurbanıydı.

Ne zaman Menderes'in adını işitsem, yüreğim acıyla burkulur. Yaşlar, göz pınarlarımı doldurur.

O dönemdeki aydın ihanetine ve milletin pısırıklığına isyan ederim. Evet, aydınların pek çoğu 27 Mayıs darbesini alkışlamış, millet ise, tepkisini gösteremeyip pısmıştır.

Demokrasiye ihanet eden aydınlardan biri de Bülent Ecevit'ti. 28 Mayıs 1960'da, Ulus gazetesindeki köşesinde şunları yazıyordu: "Karanlık günlerin sona erdi. Günaydın Türk milleti! Çetin bir medeniyet sınavını, bir hürriyet, haysiyet ve insanlık sınavanı sen yalnız, Türk tarihine değil, insanlık tarihine de şeref sayfaları katacak bir başarıyla geçtin. Dün, Türkiye'de büyük bir inkılap gerçekleşti; kökleşti. Bu inkılap, vatandaşın şuurunda boy verdi, gençlik kanıyla sulandı, ordu ile pekişti.

Türk milleti, dün, ordusu ile öğünmekte ne kadar haklı olduğunu bir kere daha gördü. Türk halkı, dün sabah uyandığında, güneşin ışığı ile birlikte hürriyetin aydınlığına da kavuştu. Bu aydınlığı ona, Türk ordusu, bir büyük müjde olarak, gecenin karanlığında sessiz sedasız hazırlayıp, hak ettiği bir armağan olarak, gün ışığı ile beraber sundu. Sağolasın Türk ordusu! Günaydın Türk milleti!"

Ecevit, o tarihteki bütün CHP'liler gibi, "Ordu + CHP = İktidar" formülünü benimsemişti. Milleti, cahil oy çoğunluğu gibi gören o zihniyetin temsilcilerindendi.

Aradan geçen zaman içinde, Ecevit'in, 27 Mayıs'ın bir hata olduğunu kabullendiği hususunu da hatırlatmayı unutmayalım.

Dün ve bugün

Ama ne kadar tövbe etmiş olursa olsun, insanın, sonunda aslına rücu edeceği, inkâr edilemeyecek bir gerçek. Nitekim Ecevit 27 Mayıs'ın bir başka türlüsü olan 28 Şubat'ın taşeronluğunu yüklenmekten gocunmadı. 28 Şubat'ta insanlar asılmadı ama, fikirler, inançlar ve hürriyetler kurşuna dizildi.

Akman'ın kitabında Ecevit'in 28 Mayıs 1960 tarihli Ulus gazetesindeki makalesini tümüyle bulabileceğiniz gibi, yalan haberlerle halkı yönlendiren aşağılık ve satılmış bir medya ile de karşılaşacaksınız.

Ne yazık ki o günden bugüne pek çok şey değişmemiş.


20 Aralık 2001
Perşembe
 
NAZLI ILICAK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED