T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Tarih ve edebiyat

Hürriyet gazetesi, Murat Bardakçı'nın editörlüğünü yaptığı "Hürriyet Tarih" ekini Çarşamba günleri okurlarına veriyor. Daha doğrusu, "Hürriyet ile 500 bin TL"ye satılıyor ek. Yarım gazete ("tabloid" mi deniyor ona?) boyutundaki ek, 24 sayfa. 18 Aralık 2002 tarihli ekin kaçıncı sayı olduğunu öğrenmek için bakıyorum, herhangi bir bilgiye rastlayamıyorum. Dördüncü ya da beşinci olmalı, istesem hesaplayabilirim ama neden kaçıncı sayı olduğunu belirtmiyorlar ki? Tuhaf bir durum!

Hürriyet Tarih'in bu sayısında Kudüs ile ilgili bir dosya var. Sefer Turan'ın verdiği, fotoğraflarla da desteklenen bilgiler çok ilginç ve öğretici. Kudüs surlarını yeniden inşâ ettiren Kanuni Sultan Süleyman'ın bugün de "el-Halil" adıyla anılan yerin girişindeki kapıya yazdırdığı bir cümle Osmanlı anlayışının güzelliğini ve inceliğini yansıtıyor. "Lâ ilâhe illallah, İbrahim Halîlullah" cümlesi bu. Sünnî Müslüman Osmanlı yönetiminin Kudüs'ün tarihini ve halkını da gözeterek, üç dinin de tanıdığı bir peygamberi öne çıkarması "Allah'tan başka tanrı yoktur" cümlesinden sonra "İbrahim Allah'ın dostudur" cümlesini hâkkettirmesi, dergi tarafından "esrarlı kitabe" diye vurgulanıyor. Olay, aslında "esrarlı" kelimesinin uyandıracağı "gizlilik, akıl ermezlik, olağandışılık" çağrışımlarından çok, "büyüklük, olgunluk, inançlara saygı, birleştiricilik" gibi vasıflar taşıyor. Nitekim, Sefer Turan'ın cümleleri de bu yaklaşıma uygun cümleler: "Hazreti İbrahim, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından Peygamber kabul edilmişti, 'El Halil' olarak anılıyordu ve Kanuni Süleyman, yaptırttığı surların kitabesine üç dinin peygamberinin unvanı(nı) koymakta bir beis görmedi. (...) Kudüs, üç semavi dinin ortak olarak kutsadığı bir kentti. Yani hem Müslümanlar, hem Yahudiler, hem de Hıristiyanlar tarafından ilâhi kabul ediliyordu. Şehirde her üç dinin cemaati beraberce yaşamakta ve eski şehir içindeki kutsal mekânlarında ibadet etmekteydiler. Kanuni Süleyman, işte bu durumun devam etmesi için her üç dinin de peygamber olarak kabul ettiği Hazreti İbrahim'i ön plana çıkaran bu ibareyi, Mimar Sinan'ın eseri olan surların ana giriş kapısına nakşetti! Bu yazı, kitabenin altından geçerek kente girenlerin hiçbirini rahatsız etmiyordu. Osmanlının surlara kazıdığı bu ruh, Kudüs'teki sosyal hayata da yansıdı ve Osmanlı idaresi, farklı dinlerin özgürce ibadet ettikleri bir dönem olarak tarihe geçti."

Ve yazık ki, bu dönem tarihte kaldı. İngiliz ve Yahudi zihniyetleri, dünyayı da, bölgeyi de, Kudüs'ü de kana, gözyaşına ve düşmanlığa buladı, bulamaya devam ediyor.

"Başından sarık, elinden silâh hiç eksik olmadı" başlığıyla Emin el-Hüseyni'nin tanıtıldığı bir yazıdan sonra "Kudüs'ü İngilizlere bu belgeyle teslim ettik" başlıklı bir yazı geliyor. Kudüs Müstakil Mutasarrıfı İzzet imzalı, 8.12.1333 tarihli bir mektuptan "Kudüs-i Şerîf'te iki günden beri bazı emâkine obüsler (dergi "obüsler"i "bombalar"a çevirerek vermiş) düşmekte" olduğunu öğreniyoruz. "Hükûmet-i Osmaniyece sırf emâkin-i dîniyeyi tahripten vikaye (için) asker çekilmiş ve Kamame ve Mescid-i Aksa gibi emâkin-i dîniyenin muhafazasına memurlar ikame edilmiş" olduğunu bildiren İzzet Bey, İngilizlere hitaben "tarafınızdan da bu yolda muamele edileceği ümidiyle işbu varakayı Belediye reis vekili Hüseynîzâde Hüseyin Bey eliyle gönderiyorum efendim." demektedir. Yazıdan ve belgeden Kudüs'ün savaşmadan İngiliz kuvvetlerine teslim edildiğini öğreniyoruz.

Hürriyet Tarih'in 10.sayfasında ise "Türkçe'nin şaheseri Zeytindağı'ndan Kudüs'ün düşüşü / Allahaısmarladık!" başlığıyla karşılaşıyoruz ve büyük övgüyle sunulan alıntıda Falih Rıfkı'nın şu cümlelerini de okuyoruz: "Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm; Kudüs, İngilizlerin elinde idi. Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgrafta okudum, Kudüs'ü İsrailoğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık."

8.sayfada Kudüs'ün, anlaşılabilir nedenlerle savaşmadan teslim edildiğini okuduktan sonra, Falih Rıfkı'nın "Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgrafta okudum" cümlesiyle karşılaşmak beni şaşırttı doğrusu. Acaba, Falih Rıfkı'nın okuduğunu söylediği "şifreli telgraf"ta yanlış bilgi mi veriliyordu? Yoksa o telgraf Kudüs'ün düşüşünü değil de, başka bir çatışmayı mı anlatıyordu? Yoksa, "edebiyat yapmak" hevesine yenik düşmüş bir Falih Rıfkı (Atay) mı vardı karşımızda?

Bu çelişkili durumu Murat Bardakçı'nın nasıl yorumlayacağını merak ediyorum.


24 Aralık 2002
Salı
 
İBRAHİM KARDEŞ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED