T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K R O N İ K  M E D Y A
Oh be, nihayet: Suikastte İran parmağı!

Hablemitoğlu suikastının ardından, medyada şöyle düzgün bir "Cinayette kuşkular İran'a yöneldi" haberine rastlayamamıştık. Bu büyük boşluğu doldurma görevini gene Hürriyet ve gene Hürriyet muhabiri Kadir Ercan üstlendi. Ercan'ın kaynağı gene MİT ('gene'leri açıklayacağız) ve gene "öğrenildi" faslından... Hürriyet ve Kadir Ercan, 24 saat içinde fos çıkan, "Konuşup, Türkiye'deki bütün faili meçhul cinayetleri açığa çıkaran 'Acem Bülbülü Behbahani'" manşetinin ve benzeri "İran haberleri"nin hesabını vermeden nasıl böyle haberler üretebiliyor, inanmak hakikaten çok zor. Hürriyet, Hürriyet yazarı Ferai Tınç'ın bile "Hiçbir yere varmadan buharlaşıyor" dediği "İran haberleri"ne hiç doymayacak anlaşılan... Yeri gelmişken soralım: Sahi, en son Van'daki bir toplama kampında bıraktığınız Behbahani ne oldu?

Medyanın, Hablemitoğlu cinayetini haberleştirirken öncekilerle kıyaslanmayacak ölçüde dikkatli, sorumlu bir çizgi izlediğini söylerken biraz erken bir iyimserliğe mi kapıldık acaba? Ertuğrul Özkök'e de, televizyonlarıyla, gazeteleriyle bütün medyayı inceledikten sonra "Bu kez ıskaladılar" dedirten o yayın çizgisi, yerini hızla kutuplaşmayı hızlandırmaya hizmet eden bir çizgiye terk ediyor gibi...

Mesela Akşam gazetesi, 23 Aralık'ta sürmanşetten "Yeşil terör" dizisini başlattı bile... Dizinin sunuşunda şöyle deniyor: "Bir ay önce Bahçelievler'de bir polis şehit edildi, aynı silahla iki kişi vuruldu. Adam kaçırmalar başladı. İstanbul'da belediyeye iş yapan bir müteahhit ile polis kökenli bir avukat 'yok' edildi... Bu olaylar kamuoyunun dikkatini çekmedi, ancak Doçent Hablemitoğlu suikastı herkesi dehşete düşürdü. Hizbullah ya da Kudüs Savaşçıları gibi örgütlerin ismi yeniden gündeme geldi."

Akşam muhabiri Emin Demirel, önceki olaylarla son cinayet arasında neden ilişki olduğunu bize anlatmıyor kuşkusuz. Zaten, niyetinin gerçeği aramak değil, kendi eğilimini "gerçek" diye sunmak olduğunu, sunuşun devamından anlıyoruz. Demirel, Hablemitoğlu cinayetini şu sözlerle aktarıyor: "Belli ki, bilinen yapılanmaların devamı Hizbullahi bir grup yeniden işbaşı yapmıştı!.." (Önemli not: ünlem, muhabirin kendisine aittir.)

Mesela Habertürk, manşetten sonraki en önemli haberinde, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün, Kubilay'ın ölüm yıldönümünde söylediği sözleri "Paşa sesini yükseltti" başlığıyla duyuruyor ve "Mesajdaki 'yobaz ve gerici' kelimelerinin sık sık tekrarlanmasının anlamlı bulunduğu"nu vurguluyor... (Habertürk, demeci birinci sayfadan duyuran tek gazete.)

Mesela Hürriyet, Kubiley ve Necip Hablemitoğlu'nun fotoğraflarını yan yana koyarak, altına "Aynı uğurda can verdiler" başlığını yerleştiriyor. (Başlıkta tırnak falan yok, haberi okuyunca bu sözlerin Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk'e ait olduğu anlaşılıyor.)

Hürriyet'e geldik işte, orada duralım... "Aynı uğurda can verdiler" haberinin üstünde, sayfanın manşeti olarak "Asıl hedef 'uyuyanlar'" deniyor. Haberin spotu da şöyle: "Necip Hablemitoğlu suikastının ardından gözler, İran'da eğitildikten sonra Türkiye'de 'uyuyan' ajanlara çevrildi. 25 siyasi cinayetin emrinin İran'dan verilmiş olması, şüpheleri yine bu ülkenin üzerine çekti..."

Habere, geçtiğimiz yıllarda öldürülen aydınların fotoğrafları eşlik ediyor, ve fotoğrafaltında "Her yol İran'a çıkar" deniyor.

Görüyorsunuz, Kadir Ercan'a göre önceki bütün cinayetlerin emrinin İran'dan verildiği kesin, bu konuda en küçük bir kuşkuya bile mahal yok. Peki, son cinayette İran bağlantısı nasıl kuruluyor, yani haberin yeni tarafı ne? Bu, koca haberin sadece son paragrafında şöyle ifade ediliyor:

"Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in suikast soruşturmasıyla yakından ilgilenmesi üzerine devreye giren MİT'in, geçmiş dönemde İran'da eğitim gördükten sonra Türkiye'ye giren gruplar üzerinde önemle durduğu öğrenildi."

Yani: Önceki 25 cinayet İran bağlantılı, biz söylediğimize göre bu bilgi kesindir; eh, 25 cinayeti öyleyse, 26. cinayet de öyledir!

Şimdi bakalım, Hürriyet ve Kadir Ercan'ın öyle kusar gibi "İran haberi" yapma hakkı var mıdır? Sizi 5 Haziran 2000 tarihli Hürriyet'in manşetiyle tanıştıracağız, kararı sonra kendiniz verirsiniz:

5 Haziran 2000 tarihli Hürriyet gazetesinin manşeti, tam, "Türkiye'deki faili meçhul cinayetlerde İran parmağı var mı, yok mu" tartışmalarının üzerine geldi. Bu tarihten tam bir ay önce başlayan Umut Operasyonu'nda "Uğur Mumcu'nun katilleri" olarak açıklanan iki kişinin olayla bir ilgilerinin bulunmadığı bizzat soruşturmayı yürüten savcı tarafından açıklanmış, bu da "İran parmağı" tezini savunanları zora sokmuştu. Hatırlayacaksınız, ilk iki kişi "Biz İranlı üç ajan için gözcülük yaptık, onlar da bombayı yerleştirdiler" demiş; daha sonra "asıl katiller bunlar" diye açıklanan üç kişi de, "Biz kendi aramızda Farsça konuştuğumuz için onlar bizi İranlı sandı" demişlerdi.

Biraz da aldatılmış olmanın ruh haliyle, basının, polisten yapılan "İranlı ajanlar" açıklamasıyla dalga geçtiği günlerde Hürriyet ve Milliyet'in manşetten verdiği haber sökün etti. İki gazetenin haberlerinin ortak noktaları şöyleydi: Adı Belladi Behbahani olan bir İran gizli servis elemanı Mart başında Türkiye'ye sığınmıştı. Van'daki Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Bürosu'na başvuran Behbahani, CIA tarafından da sorgulanmıştı.

Hürriyet ve Milliyet'in haberleri arasında çok önemli bir fark vardı: Milliyet, "Ajana CIA sorgusu" başlığını atmıştı ve haberde Behbahani'nin Türkiye'deki faili meçhul cinayetlerle İran bağlantısı konusunda herhangi bir şöy söylemiş olduğuna dair bir ayrıntı yoktu. Şu ifade dışında: "Behbahani'nin MİT ile yaptığı görüşmede Türkiye'ye önemli bilgiler verdiği öğrenildi."

Haberi Milliyet gibi manşetten veren Hürriyet ise, Behbahani için "bülbül" sıfatını uygun görmüştü: "ACEM BÜLBÜLÜ… Konuşup her şeyi anlattı… İranlı ajan konuştuğu için başta Uğur Mumcu olmak üzere tüm faili meçhuller aydınlandı."

Devam sayfalarında "Molla bülbülü öttü" başlığını alan haberde şöyle deniyordu:

"İran'ın yurtdışında işlediği cinayetleri koordine eden Behbahani Türkiye'de ortaya çıktı. Dört ay önce Van'dan gizlice giriş yapan Behbahani'nin gelişinden sonra, üzerinde Tahran şüphesi bulunan bütün cinayetlerin failleri teker teker yakalanmaya başladı."

Kadir Ercan imzasını taşıyan haber, o günlerde tahmin edebileceğiniz işlevi gördü: 6 Haziran'dan itibaren devreye öbür gazetelerin de girmesiyle, kamuoyu bir kez daha "Faili meçhul cinayetler İran işi" bombardımanına tutuldu.

Şimdi sıkı durun: 2 Haziran Pazartesi günü Hürriyet'te "İranlı, sahte"; Milliyet'te, "İranlı ajanın adı bile sahte" haberlerini okuduk. (Tabii manşet falan değil, içerde küçük haberler olarak.)

Aslında MİT, daha olayın ertesi günü bir açıklama yaparak Hürriyet'i ad vermeden yalanlamış, Star gazetesinin dış politika yazarı Semih İdiz bu açıklama üzerine şu değerlendirmeyi yapmıştı:

"Bu arada biz gazetecileri ilgilendiren bir vahim husus daha var. MİT dünkü açıklamasında Behbahani'nin sorgulaması sırasında Türkiye'deki herhangi bir eylemden söz etmediğini belirtti. Bu gerçekten böyle ise o zaman kimi gazeteler, 'bülbülün ötmesiyle tüm faili meçhullerin aydınlandığını' nasıl iddia edebilirler. Burada birileri basına 'dezenformasyon ' mu sızdırıyor? Yoksa masabaşı habercilik mi yapılıyor?"

Bu soruların birinci derecede muhatabı belli: Hürriyet gazetesi… Ama Hürriyet, okurlarından bir özür bile dilemeden, "sahteymiş" deyip unuttu Behbahani'yi…

Ama, dediğimiz gibi, manşet, kendisinden beklenen faydayı misliyle yerine getirmiş, taze Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, İran'a yapacağı geziyi bile iptal etmişti. Bu kadarı, artık iki Hürriyet yazarının isyanına neden olmuş, başını kendi gazetelerinin çektiği "İran haberleri"ne veryansın etmişlerdi. İsyana Akşam gazetesi de katılmıştı ama, Akşam'ın önceki yayınlarıyla bu tavır karşılaştırıldığında çok komik bir durum çıkmıştı ortaya.

Yarın da bunları aktararak hafızamızı tazelemeye devam edeceğiz. (A.G.)

'Biz karanlıktayız'

  • Benzer bir medya dünyası ile başka bir ülkede karşılaşmak gerçekten çok zor.... Düşünün; ABD'nin aklına koyduğu Irak harekatı çoktan kapıya dayanmış ama 23 Aralık Pazartesi tarihli gazetelerden Türkiye'nin bu harekata ilişkin ne yapıp ettiğini, ne düşündüğünü derli toplu olarak öğrenebilmek mümkün değil... Hükümet neler tasarlıyor, ABD'nin isteklerinin karşılanmasında hangi noktadayız, "havadan mı karadan mı", gönüllü mü gönülsüz mü, Mecis'ten yetki istenecek mi istenmeyecek mi (...) hiç ama hiçbir sorunun yanıtı ortada yok. Öyle bir gazeteler dünyası ki (televizyonu da farklı değil ya), oradan buradan derlediği "savaş makinaları" çizimleriyle gününü geçirmekte ve ortaya birbiriyle çelişkili bir sürü "bilgi" saçmakta. Gazetelerin dünkü sayılarını teker teker elden geçirdik; yok, yok yok! Gazetelerde yer alan onlarca lüzumsuz haberin yanında şu Irak meselesini biz okurlara derli toplu açıklayan bilgili ve tutarlı tek bir yazı yok... Hürriyet'ten Ferai Tınç'ın "Çevremizde kazan kaynarken biz karanlıktayız. Kuzey Irak'ta yabancı gazeteciler harıl harıl çılışıyor, bizlerin bölgeye gidip kamuoyunu aydınlatabilmemiz ise hâlâ Türk devletinin çok özel izinlerine bağlı" şeklindeki çok haklı şikâyetiyle son bulan yazısını ve Milliyet'ten Yasemin Çongar'ın Washington'dan postaladığı "Bir de ABD askerlerini dinleyin" başlıklı geniş bilgi içeren değerlendirmesini saymazsanız, ortada dişe dokunur bir haber ve yorum yok... Tınç çok haklı; gerçekten biz tamamen "karanlıktayız".

  • Öyle bir yayın politikası düşünün ki, Irak'la (ve Kuzel Irak'la!) ilgili haberleri Amerikan basını üzerinden veriyor! Kimsenin zahmet edip burnumuzun dibinde yaşananları kendi gözüyle görüp okurlara aktarması gibi bir niyeti yok... Hatırlarsınız, bizim basın zaten hep bu yolu tercih ediyor; İran, Suriye, Balkanlar ve hatta Kıbrıs'ta olup bitenleri bile hemen her zaman Batı medyası dolayımıyla izlemeyi tercih ediyor! Sayılı birkaç Batı ülkesi başkentinde muhabir bulundurmanın dışında "dış dünya" ile ilişkileri tamamen haber ajanslarına bağlı; her yıl üniversitelerimizden mezun olan yüzlerce (binlerce!) "Uluslararası", "İletişim" diplomalı gençten zaman içinde ehliyetli bir kadro yetiştirmek ve "dış olaylar"ın üzerine salmak gibi bir niyet onlardan çok uzak... Göreceksiniz, ABD'nin Irak'a askeri müdahalesi başladığında da, bu yabancı haber ajansları yoluyla bilgi sahibi olacağız. Bizde gazetecilik dünyanın en rahat işi; yerinden kımıldamadan, gerekli muhabir kadrosunu ortaya çıkarmadan, okurlarını birinci elden bilgilendirmek gibi bir derdi olmadan, tut bir köşeyi yaz babam yaz!

  • 23 Aralık tarihli Milliyet, Irak'la ilgili gelişmenin aktarılmasını manşetten Fikret Bila'ya havale etmiş. Gazete, hükümetin ağzından "Havaya evet karaya hayır" diyor. Askerlerin hükümete tavsiyesi, "desteğin havayla sınırlı kalması" yolundaymış. Milliyet ekliyor: "Limanlar da kapalı". Gazetenin manşetinden şu bilgiye de ulaşıyoruz: "Hükümet, en geç salı günü Amerika'nın taleplerine yanıt verecek." Ama bakın, manşete imzasını atan Bila'nın iç sayfadaki haberinde de şu spot yer alıyor: "Hükümetin ABD'nin taleplerine vereceği yanıt büyük ölçüde belirlendi."(!) Yani sözün kısası, aslında hükümetin "en geç salı günü" bir şeye karar vereceği filan yok! Ve eğer üşenmeden Bila'nın manşete çıkarılan haberinin tamamını okuyacak olursanız, (bize inanın!) bilgilenmek açısından yine bir şey değişmiyor; bugüne kadar Irak meselesine ilişkin ne kadar "bayat" haber ve yorum okumuşsanız, tekmili bir arada! Yani o derece özensiz bir habercilik...

  • Akşam gazetesi bir başka âlem.... Gazetenin Ankara tamsilcisinin (evet o, Nuray Başaran!) Başkakan Gül'den aldığı bir açıklama manşete çıkarılmış: "NATO varsa biz de varız". Haber şöyle devam ediyor: "Başbakan Gül, ABD'nin üsleri kullanma ve asker konuşlandırma talebine verdiği cevabı AKŞAM'a açıkladı: NATO kararı istiyoruz". Gördüğünüz gibi Irak meselesine ilişkin gelişmeler hakkında Akşam'ın verdiği bilgiler Milliyet'in verdikleriyle birbirini hiç tutmuyor! Ayrıca şu da önemli: Akşam'ın Başbakan Gül'den naklen verdiği bilgi, yani Türkiye'nin NATO'nun işin içine girmesini şart koşması, bu gazete dışında hiçbir yerde yer almıyor. Zaten bize göre de, bu "bilgi"de bir tuhaflık var; ABD'nin Irak seferi için BM kararının varlığı birkaç aydır hemen her yerde söz konusu olmasına rağmen, "NATO'suz olmaz" şeklinde bir şartla karşılaşmamıştık.... Eğer Başaran'ın haberi gerçeği yansıtıyorsa, bu "şart"ın öne sürülmesi için ortada epeyce engel yok mu zaten? Suudu Arabistan ve Kuveyt destekli (ve de Almanya'nın başından beri yan çizdiği) bir Irak harekatında "NATO'suz olmaz" şartının bir anlamı var mı?

  • Star da kendine göre bir "özel" Irak haberi yapmış. Star diğer gazetelerden farklı olarak, Irak seferini zaten "cepte" kabul edip, "ABD'nin Saddam sonrası planı"na eğilmiş... Murat Çelik imzalı haber/köşeyazısında "Saddam sonrasında hayati sayılan ilk 5 yıllık sürede" Irak'ta güvenliğin dokuz ülkeden oluşacak bir "çok uluslu askeri güç" tarafından sağlanacağı bilgisini veriyor. (Hadi yine iyiyiz, çünkü bu "dokuz ülke"den birisi de tabii ki Türkiye!)

  • 23 Aralık tarihli Hürriyet'in Irak haberi daha bir başka... Hürriyet, Amerikan askerlerini Türkiye'den geçirmeye kararlı bir tavır içinde: "ABD'nin savaş planına göre Amerikan askerleri, işgalin ilk günlerinde Türkiye'ye getirildikten sonra hiç bekletilmeden helikopterlerle Kuzey Irak'a taşınacaklar." Hürriyet bu haberi Los Angeles Times'ın haberinden derlemiş. Ama görüyorsunuz, bu senaryo diğerlerinden tamamen farklı bir nitelikte!

  • Geriye kalan gazetelere de kısaca göz atacak olursak: Sabah: "Türkiye kararını veriyor". Vatan: "Ankara'da Irak zirvesi toplanıyor". Habertürk: "Harekat denizden değil havadan başlayacak". (Hatırlıyorsunuz, Milliyet'te "karadan değil havadan" şeklindeydi!) Cumhuriyet: "Savaş için pazarlık". Radikal: "Savaş rüzgârları hızlandı".

  • Hadi kolaysa çıkın işin içinden bakalım... Mümkün mü? Bu derece özensiz, düzensiz, karışık, tutarsız haberlerle ABD'nin Irak saferi nedeniyle Türkiye'yi nelerin beklediğini anlayabilmek mümkün mü?

  • Ferai Tınç çok haklı; gerçekten de "Çevremizde kazan kaynarken biz karanlıktayız." (K.B.)

    'Cezaevinde kucaktan kucağa dolaşan kimdi?' Bir kedi!

    "Avrupa Birliği üyeliğine aday bir ülkenin değil, Avrupa Birliği üyesi bir ülkenin gazetesi Habertürk", yayımlanmaya başladığı günden beri Nail Keçili'nin cevaplayacağını söylediği "Cezaevinde kucaktan kucağa dolaşan kimdi?" sorusunun cevabını nihayet verdi: Bir kedi!

    Habertürk, birinci günden beri sürmanşetten anonsladığı "Nail Keçili söyleşisi"ne 22 Aralık Pazar günü başladı ve dizinin ikinci günü de üç gündür "iç gıcıklama" faslından duyurduğu sorunun cevabını verdi: "Cezaevinde kucaktan kucağa dolaşan kedinin adı TANTAN."

    Yetmezmiş gibi bir de Sadettin Tantan fotoğrafının süslediği sayfada, Keçili'nin açıkladığı (göreceksiniz, aslında "açıklamadığı") "kucaktan kucağa" bölümü şöyle:

    - Bir de meşhur bir kedisi varmış galiba oranın?

    - Evet. Kedi yüzü görmemiş bir kedi vardı. (...) Genç bir terörist mahkûm yetiştirmiş bu kediyi. Bu çocuk bizimle aynı koğuşta kalıyordu. Mahkûmiyeti de müebbet çıkacaktı. Kedi hapishanenin sevgilisiydi...

    - Ya kedinin adı? Biraz bilindik galiba.. "Tantan'mış ismi... Öyle koymuşlar.

    - Biz gittiğimizde de vardı o kedi. İsmini kimin koyduğunu bilmiyorum. Ama orada o kediyi herkes çok seviyordu. Onu sürekli besliyorlardı. Canlı varlık tabii. Sevip kucaklarına alıyorlardı. İnsanların sevme ihtiyacı da oluyor. Sevgiyi, ilgiyi biriyle paylaşmak istiyorsunuz. Birbirinizi sevecek hayiniz yok ya orada...

    - Kediye Tantan diye mi sesleniyordunuz?

    - Bunu bana söyletmeye çalıştığınızın farkındayım.

    - Ama söylemeyeceksiniz. Peki orada mutlu olduğunuz zamanlardan söz edebilir misiniz?

    Söyleşinin bundan sonraki bölümünde başka denizlere yelken açılıyor, o nedenle biz burada kesiyoruz...

    Çok merak ediyoruz, acaba Habertürk okurları kendilerini nasıl hissettiler bu olup bitenler karşısında? (A.G.)

    Arada bir hatırlamak / hatırlatmak iyidir...

    Tempo dergisinin son sayısı, gündemimizden hiç düşmeyen "işkence"yle ilgili bir dosya hazırlamış. Siyasetten sendikal hayata, medyadan üniversitelere, birçok alandan tanıdık simalar 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde nasıl işkence gördüklerini anlatmışlar. Bütün tanıklıklar, özellikle çok yakın çağa ışık tutması dolayısıyla akıldan çıkarılmaması gereken nitelikte. İşte bunlardan sadece birinden, bir meslektaşımızın anlattıklarından bir bölüm:

    Hürriyet'ten Ferai Tınç: "Vücudumun çeşitli yerlerine elektrik verdiler. Bu işkence gece gündüz 15 gün sürdü. Hazır ifadeleri imzalamam isteniyordu. (...) Vücudumdaki izlerin ne kadar sonra kaybolduğunu hatırlamıyorum; çünkü aynı işkence cezaevinde de devam etti. İşkenceyi yaşarken etkisini üzerimden atmaya çalıştım. Ruhumu özgürleştirerek acıya dayanmak yöntemini bulmuştum. Acıyı hissetmemek için ruhumu bedenimden uçurtmak gibi yöntemler deniyordum." (K.B.)


  • 24 Aralık 2002
    Salı
     
    YÖNETENLER: Kürşat Bumin
    Alper Görmüş


    Künye
    Temsilcilikler
    ReklamTarifesi
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED