AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
İlk tanışmalar

Genç ziyaretçiler, Maraş'ta çıkardıkları sanat sayfalarını anlatınca "Hah" dedi Sezai Karakoç "Ben sizi nereden tanıyorum diye düşünüp duruyordum. Şimdi buldum. Adlarınız hiç yabancı gelmiyor bana." Bu ilk tanışmadan sonra hemen her gün birlikte oldular o yaz.

Nuri Pakdil, 1961 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra bir yıl kadar Maraş'ta maiyyet memurluğu yapıyor, sonra da askerlik için kur'a çekerek Bitlis'e gidiyordu. Rasim Özdenören'e sık sık mektuplar yazıyor. Her mektubunda, mutlaka Sezai Karakoç'a uğramalarını, tanışmalarını, birlikte olmalarını istiyordu. Sezai Karakoç ise İstanbul'da Maliye Gelirler Kontrolörü olarak çalışıyordu. Nuri Pakdil, son mektubunda yine soruyordu: "Sezai Karakoç'a gittiniz mi?" diye.

1962 Yılının Mart ayının son günleriydi. O gün evlerinde bulunan Cahit Zarifoğlu ile Alaeddin'e, Nuri Pakdil'in mektubunu okuyordu Rasim. Cahit de: "Şu Nuri ağabeye 'gittik, konuştuk' diye yazarız. Nuri ağabeye karşı daha fazla mahcup olmayalım" demişti. O vakitler Cumartesi günleri yarım gün mesai vardı. Kalktılar, Sezai Karakoç'a gittiler.

Karaköy'de Vergi Dairesi'nde idi yeri. Kapıyı çaldılar, beklediler. "Buyurun, kimi aradınız eafendim?" Rasim: "Bizi Nuri Pakdil gönderdi. Size selamları var, ziyaretinize geldik" dedi. Onları şöyle bir süzdü. Yer gösterdi. Tek tek adlarını, nereden gelip nereye gittiklerini, ne işle meşgul olduklarını birkaç kez sordu. Rasim: "Sizin bir kitabınız gelmişti Maraş'a. Nuri ağabeye göndermiştiniz, bizler de satmıştık" dedi. "Evet evet, Körfez kitabı" diye karşılık verdi. Genç ziyaretçiler, Maraş'ta çıkardıkları sanat sayfalarını anlatınca "Hah" dedi Sezai Karakoç "Ben sizi nereden tanıyorum diye düşünüp duruyordum. Şimdi buldum. Adlarınız hiç yabancı gelmiyor bana." Bu ilk tanışmadan sonra hemen her gün birlikte oldular o yaz.

Sezai Karakoç, "Sizi Üstad'la tanıştırayım" dedi. Sezai, Alaeddin, Rasim, Üstad'ın Kızıltoprak'taki evine gittiler. Alaeddin'in sırtında Maraş'taki terzisine diktirmiş olduğu kahverengi takım elbise vardı. Üstad, Alaeddin'e nereli olduğunu sordu. Rasim'e sormamıştı da, Alaeddin'e sormuştu. Elbise dikkatini çekmiş olmalıydı. Alaeddin, Maraşlı olduğunu söyleyince, "tipik bir Maraşlı" dedi.

Sonra Alaeddin'i çalışma odasına götürdü. Masanın üstünde duran zarfı verdi. "Bu yazıyı hiç vakit kaybetmeden Son Posta gazetesine götüreceksin." Alaeddin yola çıktı çıkmasına ama, parası çıkışmıyordu. Yazının da bir an önce gitmesi gerekiyordu.

Sezai ağabey, evin balkonuna çıkmış sesleniyordu: "Alaeddin, vapurda yazıyı oku." Alaeddin utancından para isteyemedi. Dolmuşla Kadıköy'e gelebilirdi. Artık vapurda ne olacaksa olacaktı. O zamanlar turnike yoktu. Biletler vapurda kontrol ediliyordu. Alaeddin, kontrol memurunu atlata atlata Karaköy'e vasıl oldu. Köprüde zarfı yırtıp yazıyı okudu. Yazıda Anadolu'dan İstanbul'a gelmiş olan üniversiteli bir genç anlatılıyordu. Sırtında taşra terzisinden çıkmış olan lacivert bir elbise vardı. Dalgın dalgın yürürdü. Aradığı güneş, astar cebinin içindeydi ama bundan haberi yoktu

Üstad Necip Fazıl'ın vefatının yirminci yıldönümü dolayısıyla, Düşünce Günlüğü'nü bugün Üstad'ın kişiliği ve eserleri konusunda kaleme alınmış yazılara ayırmayı uygun gördük. En zor şartlarda bile 'karanlığın bağrından ışık çıkartmayı' bilmiş, eserleriyle olduğu kadar, renkli kişiliği ve yanlış'ın karşısında 'eğilmez, bükülmez' duruşuyla tanınmış Üstada, yakınlıkları ile bilinen yazar ve sanatçıların duygu ve düşüncelerine yer verdik. Sayın Mehmet Niyazi'ye, Sayın Mustafa Miyasoğlu'na, Sayın Ahmet Nedim'e önemli katkılarından dolayı teşekkür ederiz. Ayrıca hasta yatağında yattığı halde, Üstad'la ilgili hatıralarından birkaç kısa anekdot yazmasını rica ettiğimizde, bizleri kırmayan Sayın Alaeddin Özdenören'e hassaten teşekkür ederiz. Sözü daha fazla uzatmadan, sizleri zevkle okuyacağınızı umduğumuz yazılarla başbaşa bırakmak istiyoruz.

  • Hamit Can

    Üstadım, Mürşidim, Efendim

    Peygamber Efendimiz'in ölümünü bile mısralarınızla güzelleştirdiğiniz vuslatınızın üzerinden tam yirmi yıl geçmiş... Vuslat şerbetini içtiğinizden bugüne geçen yirmi dünya yılı; aynı zamanda biz hizmetkârlarınızın öksüzlüğünün de yirmi yılı oluyor. Öksüz, buruk ve özlem dolu yirmi yıl.. 2003 yılı; birbirinin tamamlayıcısı ve bütünleyicisi Büyük Doğu-Diriliş-Edebiyat dergiciliğinin de üç ayrı on yıldönümü. İlk sayısı 17 Eylül 1943 tarihinde çıkan Büyük Doğu dergiciliğinin altmışıncı yılı ve yine bu yıl, Üstad Sezai Karakoç'un yetmişinci doğum yılı ve dahası Usta Nuri Pakdil'in Edebiyat meşalesini yaktığının da otuzbeşinci yılı aynı zamanda. Vuslatınızın 20. yılı, "Bir ömür ciğerlerinizden damla damla kan çekerek tükettiğiniz" yolda ve izde, yüce Büyük Doğu dâvâsının, sosyal ve dahası siyasal olarak iktidar gücü ile buluştuğu yıl da oluyor aynı zamanda. Türkiye devletinin parlamentosunda mutlak çoğunluğa sahip son iki hükümetin başbakanları başta olmak üzere bakanlarının ve parlementerlerinin büyük çoğunluğu Büyük Doğu'cu artık.. Üstadım, Mürşidim, Efendim, Büyük Doğu ideolocasının mutlak bir çoğunlukla iktidara geldiği bu 2003 yılının Eylül'ünü Büyük Doğu; Ekim'inin Diriliş ve Kasım'ını, Edebiyat diriliği ve aydınlığıyla geçmesini diliyor, sizi her dem daha da artan özlemle rahmetle anıyorum. Adınızın, davanızın ve ideallerinizin önünde saygıyla eğiliyorum.

    Kartalın göklere kanatlanışı

    Üslubu kasırga gibiydi. Bir damlacık beyni olan bir makalesini bir kitabını, bir şiirini okuyunca, "Ben neyim" diye düşünür, peşine takılırdı.

    Çeşitli kabiliyetlerle doğmuştu. Şairdi; hatipti; tiyatro, makale fıkra yazardı... her şeyden daha çok mütefekkirdi; bütün kabiliyetlerindeki derinlikler tefekküründen geliyordu. Genç yaşta üne kavuşmuştu; ansiklopedilerde, okul kitaplarında yer aldı. Devren bütün imkanları ona açıktı. Güzel Sanatlar Akademisi'nde hocaydı; İş Bankası'nda müfettişti... Büyük mutasavvıf Abdülhamik Arvasi Hazretleri'yle tanışınca dünyası değişti; hayatı gerçek manasını buldu "Köleniz olmakmış gerçek hürriyet" diyerek İslam'a teslim oldu. Eski günlerine de veda etti.

    Otuz üç yıl saatim işlemiş
    ben durmuşum
    Gökyüzünden habersiz,
    uçurtma uçurtuşum.

    Her şeyini tehlikeye attığını biliyordu. "Bir mısra bir millete şereftir" diyenlerin bile okul kitaplarında, ansiklopedilerde adına tahammül edemeyeceklerinin farkındaydı. Ama inanıyor, insanlığın "yalana teslim" olduğunu görüyordu.

    "Biricik kurtarıcım" iştiyakiyle eteğine sarıldı. Abdülhakim Arvasi'den aldıklarını bir bohçaya doldurup, ahirete götürmek istemiyordu. Ondan aldıklarıyla halkını gelecek nesilleri, insanlığı aydınlatmalıydı. Hiçbir imkanı yoktu; fakat hesap adamı değil, iman adamıydı. Yalın kılıç mücadeleye atıldı.

    Ansiklopedilerden, okul kitaplarından adı çıkarıldı; bütün kapılar yüzüne kapandı. Hayat olanca gaddarlığı ile üzerine bindi. Ardından ancak kuşkuyla söz edilebiliyordu. "Ver cüceye onun olsun şairlik benim gözüm büyük sanatkarlıkta" sözleri ile bunları önemsemiyordu. Önemli olan insanın metafizik boyutunun farkına varmasaydı; aksi takdirde bu güzelim varlık ihtiraslarının kölesi olurdu. Zıtların birbirini tamamlar hale getiren dahiyane sanatıyla insanın taşıdığı değeri haykırıyordu.

    Bir zerreceğim ki arşa gebeyim
    Dev sancılarımın budur
    kaynağı

    Üslubu kasırga gibiydi. Bir damlacık beyni olan bir makalesini bir kitabını, bir şiirini okuyunca, "Ben neyim" diye düşünür, peşine takılırdı. Adeta mezun olunmayan bir üniversite idi; ondan öğrendiklerinden daha öğrenecekleri bulunduğunu sezer; insanın, bizatihi kendi zenginliğinden tadını duyar; basit bir biyolojik varlık olmadığının farkına varırdı. Herne kadar biyolojik yapısıyla bu dünyaya bağlanmış olsa da ruhuyla sonsuzluğa açılışının ferahlığını hissederdi.

    "Bir tepetaklak ehram" gibi oturulmuş cemiyeti, insana yaraşır bir tarzda dizayn etmek isteyen Necip Fazıl üstadımıza devrin yöneticilerinin tahammül etmeleri güçtü. Yıllarını hapishanelerde geçirdi. Bu çağda inanmanın diyetini ödeyen üç beş insandan biri de o oldu. Bütün bunlara rağmen onun ızdırabı maddi değil fikriydi.

    Akrep nokta nokta sokmuş
    Mevsimden mevsime girdim böylece
    Anladım ateşte, cımbızda yokmuş
    Fikir çilesinden büyük işkence
    Konferans verdiği kalabalıkları coştururken nasıl vakarını korursa ellerini kelepçeli, polislerin arasında yürürken başını dik tutmasını bilirdi. Mevki, ikbal sahiplerine şirin görünmek için söz etmezdi; inandığını söylerdi. İnsanları makamlarına, imanlarına göre de tasnif etmezdi. Onun için en değerli insan inanmış insandı. Kendisini de onlara emanet etti.

    Son gün olmasın dostum,
    çelengim, top arabam
    Alıp beni götürsün, tam inanmış
    dört adam

    Mayısın bu günlerinde Allah'ın rahmetine kavuştu. Duası kabul oldu. Ne çelengi, ne top arabası vardı. Yalnız onu "dört inanmış adam" değil, inanmış binlerce insan götürdü. Her şeye katlanarak bir ömür yazdı. Sanata aşina, insaf sahibi olan hiç kimse şiirinde ki yüceliği ve derinliği inkar edemez. Adının üzerine bant çekilse, "Bir adam yaratma" Shakspeare'in piyesi diye oynasa, hiç kimse yadırgamaz, herhalde seyirci rekorları kırar. Hatta o piyes Shakspeare'e ilave olark İslam'ın ruh zenginliği, üstadın keskin zekası da sezilir. Ardında eserler, sayısız makaleler bırakan Necip Fazıl'ın adı kadirbilir bir cemiyette büyük meydanlara, bulvarlara verilir; adına müzeler kurulur. Neylersin ki nadanlık bize musallat olmuş. O, bizlerin nezdinde fikrin ve sanatın kartalıydı; en elim anlarında namertten merhamet dilenmez, kendine yakışan tavrı takınırdı. Ne zaman Mayısın bu pırıl pırıl günleri gelirse gönlümde bir sızı derinleşir, kartalın göğe çekilişini hatırlarım.

    Sakarya'nın ruhu ve sözcüsü

    MUSTAFA MİYASOĞLU / Romancı-yazar
    Necip Fazıl genç yaşlarda bile sesine ve sözüne hayran bir kitle oluşturmayı bilmiştir. Abdülhak Hâmid ona "Zekâ!" diye hitabeder, D Grubu Ressamları bile sergilerinin açılış konuşmasını ona yaptırırdı. Hitabetinin etkisinden ötürü, Peyami Safa, Ahmet Hamdi ve Ahmet Kutsi neslinin en genci olmasına rağmen, onların öncüsü ve sözcüsü olmuştur.

    Sakarya Türküsü, Necip Fazıl'ın konferans için Anadolu'ya trenle yaptığı bir seyahatte yazılmış ve söylenmiştir. Sembol ortada ve insanla hatip karşı karşıyadır. Bu, 1950-60 arasında kesintiye uğrar.

    1960 İhtilâli'nden sonra "Son Büyük Mazlum" olarak Necip Fazıl zindana atılınca, Ahşap Konak ve Reis Bey başta olmak üzere pek çok eser yazar ve hapisten çıkınca yeni bir aksiyon dönemine girer. Aydınlar Ocağı'nda verdiği "İman ve Aksiyon" adlı konferanstan sonra, Yassıada Mahkemesi'nde Menderes'i savunan tek basın adamı olan Necip Fazıl'a duyulan sevgi dalda dalga büyür ve bütün Anadolu'ya yayılır. 20 yıl boyunca sohbet, hitabe ve konferans olarak İslâm düşüncesini ve tarih muhasebesini anlatan Üstad, Anadolu gençliğine yepyeni bir ruh kazandırır. Böylece Üstad benzersiz bir tebliğ faaliyetine girişir. Her biri en az on yerde tekrarlanan otuz konferansının 1967-77 arasındaki on yıllık dönemini organize eden MTTB de böylece altın çağını yaşamış olur.

    1968 Kuşağı'nın öncülüğünde Sosyalizm çılgınlığının dünyayı sardığı bir dönemde, bu modadan Anadolu gençliğini koruyan ve ona karşı iman ve İslam müdafaası ortaya koyan Necip Fazıl olmuştur. Onun ifade ettiği görüşleri anlattıkları sürece Ahmet Kabaklı, Ergun Göze, Mustafa Mütfüoğlu, Kadir Mısıroğlu, Mustafa Yazgan ve M. Akif İnan, Anadolu gençliği tarafından alâka ile dinlenmişlerdir.

    Sakarya Türküsü'nde, "Saf çocuğu masum Anadolu'nun" şeklinde ifade edilen Müslüman Gençlik, Üstad'ın ruhunu ve sesini bütün kalbiyle benimsemiş ve ona yankı olmuştu.

  • BERCAN TUTAR
    Amerikan medyasında, George W. Bush'un ABD Başkanları arasında entellektüel birikim açısından "hafif siklet" diye nitelenmesi boşuna değil. Sadece "macera kitaplarını" beğendiğini, uzun raporlar ile brifinglerden sıkıldığını belirten Bush, The New York Times gazetesinin yazdığına göre 'ağır' kitapları eski bir kütüphane memuresi olan eşi Laura Bush'a okutuyormuş. Yine aynı gazetenin kültür sanat sayfasındaki alternatif değerlendirmeleriyle göz dolduran Michico Kakutani, Beyaz Saray eski sözcülerinden David Frum'un bu yıl (Ocak 2003) yayımladığı "The Right Man - Doğru Adam" adlı anı kitabında Bush'u, "ilgisiz ve kolayca ikna edilebilir" biri olarak tanımladığını aktarıyor. Kakutani, ilginç tespitler bulunan yazısında, Amerika'nın iç ve dış siyasetini Beyaz Saray'da oturanlardan daha çok kartvizitinde politik yorumcu, stratejist, düşünür veya tarihçi yazan insanlara ait kitapların şekillendirdiğini belirterek, Amerikan kabinesindeki etkili her ismin, hatta okumayla arası iyi olmayan Bush'un bile, bir mürid gibi bağlı olduğu birer yazarı ile en az birkaç baş ucu kitabı olduğunu ifade ediyor.

    Dünyadaki herkes artık Kızırderili

    Şu sıralar Beyaz Saray'da oturan kadrolar arasında, daha çok uluslararası ilişkileri moral değerlere oturtan ve dinsel dozu ağır basan kitaplar revaçta. Liste başı olan kitaplar genellikle "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi" ile ilgili. Bu projeye imza koyan bazı teorisyenler son zamanlarda düşüncelerini peş peşe kitaplaştırdılar. Dünyaya ve Amerika'ya yol gösteren bu çalışmaların çoğu sanki Pentagon'un kışla bülteni havasında yazılmış. Bu kitaplardaki mistik kavramlarla yüklü varsayımları uygulamak için hiç kimsenin 'en sevdiğim düşünür İsa'dır' diyen Bush kadar istekli davranmadığı belirtiliyor. Bu yüzden Beyaz Saray'a ve dolayısıyla dünyaya yön veren kitapların çoğu neo-muhafazakar kadrolara ait. 1980'lerden sonra giderek bir akıma dönüşen neo-muhafazakarlığın asıl mimarı ise Leo Strauss. Yale Üniversitesinde Siyasi Felsefe dersleri vermiş olan Strauss; Samuel Huntington, Fukuyama, Robert Kagan, Kristol, Eliot A. Cohen gibi Beyaz Saray'ın dediklerine ve yazdıklarına değer verdiği danışman ve akademisyen kitlesinin bizdeki anlamıyla 'üstadı' olarak gösteriliyor.

    Kendilerine caka deyimle 'neo-con' diyen bu yeni sağcıların şu sıralar keyfine diyecek yok. Çünkü yıllar önce önerdikleri politikaları hayata geçiren bir kadro var şu an Beyaz Saray'da. Reagan ve Baba Bush gibi Cumhuriyetçi iktidarlar döneminde etkin şekilde kadrolaştılar ve fikirlerini uygulama fırsatlarını çok iyi değerlendirdiler. Edmund Burke, Makyavel, Hobbes, Nietzsche gibi elitist, devletçi ve sosyal Darwinistçi bir gelenekten beslenen Amerikan yeni sağ ideolojisinin en önemli özelliği şirketler demokrasisi diyebileceğimiz oligarşik bir sermaye diktatörlüğünü savunması ve bunu Amerika'da hayata geçirmesidir.

    Hobbes'un mutlak devlet ve egemenlik öğretisini teknoloji harikası (!) silahlarla yeniden tedavüle sokan Amerikalı neo-muhafazakarların son zamanlardaki en 'kankusturucu' atağı: "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi". Bu projeyi kısaca şöyle ifade ediyorlar: Uluslararası şirketlerin temsilcisi konumundaki Beyaz Saray kabinesi, finansörleri olan firmaların çıkarlarına uygun bir dış politika izleyerek Avrupa, Asya ve Ortadoğu'yu hem ekonomik hem siyasi hem de askeri açıdan kuşatma altına almalı ve egemen güç olarak dünyaya yeni bir düzen vermeli. Orijinal adı "Staments of Principles" olan "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi", 1997'de Robert Kagan ve William Kristol önderliğindeki bir grup danışman tarafından hazırlandı. Kısa bir süre içinde Bush'un Cumhuriyetçi hükümetinin "amentüsü" haline gelen proje, yeni gelişmelere göre revize edilip Eylül 2001'de "Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası" başlığıyla Bush'a bir kez daha sunuldu. Bu revize edilmiş raporu şu cümleyle özetlemek mümkün: "21. yüzyıl, ABD'nin küresel hegemonya çağıdır." Raporda, Amerika'nın bu amacına ulaşması için "üç tarz-ı siyaset" önerilmiş: Güçlü bir ordu, yayılmacı bir ekonomik ve siyasal küreselleşme ile militer bir dış politika. Bu projeyi imzalayanlar arasında Cheney, Rumsfeld, Wolfowitz, Cohen, Kristol, Robert Kagan, babası Donald Kagan, ABD eski Eğitim Bakanı William J. Bennett, Alan Keyes (muhafazakarların başkan adayı), Fukuyama, Dan Quayle(Raegan'ın yardımcısı) ile 'Kranlıklar Prensi' Richard Perle gibi etkili isimler var.

    Bush'un "Yüksek Komutası"

    Michico Kakutani, geçen yaz Bush'un başucu kitabının, Marquis James'in yazdığı Teksas Eyaleti'nin kurucusu Sam Houston biyografisi olduğunu söylüyor. Likör ve kadın düşkünü olan Sam Houston'un lakabı Kızılderili reislerden olan Cherokee'ymiş. Yani büyük sarhoş. Bush'un eski bir alkolik olduğu gözönüne alındığında kitabın pek yerinde bir seçim olduğu ifade edilen yazıda, Bush'un okurken çok etkilendiği ikinci eser ise Eliot A. Cohen'in "Supreme Command: Soldiers, Statesmen, and Leadership in Wartime-Yüksek Komuta: Savaş Zamanında Askerler, Devlet Adamları ve Liderlik" adlı kitabı olduğu kaydediliyor. Cohen, Savunma Politikaları Departman'ında, Karanlıklar Prensi Richard Perle'ün emri altında çalışmış bir akademisyen. Cohen'in öğretim görevlisi olduğu dönemde bu bölümün dekanı, geçenlerdeTürkiye hakkında zehir zemberek açıklamar yapan şu anki Amerikan Savunma Bakan Yardımcısı olan Paul Wolfowitz'di. Amerikan yönetiminin en etkili teorisyenlerinden biri olan Kristol, Lawrance F. Kaplan ile bu yılın başında "The War Over Irak: Saddam's Tyranny and American Mission - Irak Savaşı: Saddam Diktatörlüğü ve Amerika'nın Misyonu" adlı ortak bir çalışma yayımladı (Şubat 2003). ABD'nin Irak'ı özgürleştirme (!) projesini ayakta alkışlayan cümlelerle başlayan kitap, izlediği militer dış politikalardan dolayı Bush'u selamlayan satırlarla son buluyor.

    "Savaş generallere bırakılmayacak ciddi bir iştir"

    Beyaz Saray'da bunca gürültü koparan "Supreme Command" kitabı Haziran 2002'de yayımlandı. Amerikan medyasının bir mit haline getirdiği kitaptaki en dikkat çekici argüman; politik stratejilerin askeri yöntemlerle hayata geçirilmesi gerektiği tezi. Elliot A. Cohen'in kitabı, 1.Dünya Savaşı Fransa'sının Başbakanı Georges Clemanceau'nun ünlü ifadesinde şekillenen, "Savaş generallere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir" fikri etrafında dönüyor. Gazetedeki değerlendirmesinde, Rumsfeld'in şu sıralar iki baş ucu kitabı olduğunu belirten Kakutani ilkinin, William Manchester'ın Winston Churchill'in yaşamını anlattığı "The Last Lion - Son Aslan", ikincinin ise Roberta Wohlstetter'in savaş dönemlerinde ülkelerin istihbarat zaaflarını ve siyasilerin karar alma süreçlerindeki hatalarını anlatan çalışması, "Pearl Harbor: Warning and Decision- Pearl Harbor: Uyarı ve Karar" olduğunu kaydediyor.

    Sadece Irak işgalinde değil son yirmi yıllık Amerikan politikalarındaki tüm önemli kararlarda imzası bulunan bir isim Dick Cheney. Cheney'nin, 11 Eylül saldırısından sonra eline aldığı ve bir daha da düşürmediği bir kitap var. Adı, 'An Autumn of War - Bir Savaşın Sonbaharı'. Klasik bir askeri tarihçi olan Victor Davis Hanson tarafından yazılan kitap, Ağustos 2002'de çıktı. Arka kapağında Robert D. Kaplan ve Donald Kagan'ın birer paragraflık övgüleri yer alıyor. Newsweek dergisine, Hanson'un kitabı için "Düşüncelerimi yansıtıyor" diyen Cheney, Michico Kakutani'nin yazdığına göre, kitaptan o kadar etkilenmiş ki, Victor Davis Hanson'ın şerefine bir akşam yemeği bile vermiş. Hanson bu kitapta, eski Yunanlıların savaş felsefesini yüceltiyor. "Savaş kötü de olsa uygarlıkların geleceği için kaçınılmazdır" düşüncesinden yola çıkan yazar, savaşın her zaman adil, ahlaki ve haklı olmasının şart olmadığı sonucuna ulaşıyor.

    Yanlış giden neydi?

    Newsweek Dergisi, 11 Eylül saldırısından sonra Cheney'nin odasına kapanıp kitle imha silahları hakkında çeşitli kitaplar okuduğunu ve Princeton Üniversitesi tarih profesörlerinden Bernard Lewis başta olmak üzere bazı Ortadoğu uzmanları ile sık sık görüştüğünü yazdı. Cheney'nin en değerli yazarlarından biri olan Bernard Lewis'in, son kitabı "What Went Wrong? Western Impact and Middle Eastern Response-Yanlış Giden Neydi? Batı Etkisi ve Ortadoğu'nunTepkisi". Rumsfeld'in başında olduğu Savunma Bakanlığı tarafından finanse edilen Ortadoğu ile ilgili bir çok projenin başında yer almış bir isim Lewis.

    Dünyadaki pek çok entellektüel, Bush ve tayfasını savaşa ikna eden asıl güç olarak, Amerikan yönetimiyle sıkı ilişkiler içinde olan bu düşünür ve yeni sağcı yazarları görüyor. Bu savaş çığırtkanı akademisyenler içinde en fanatik olanı ise Robert Kagan. "Of Paradise and Power: America Vs. Europe in the New World Order- Güç ve Cennete Dair: Yeni Dünya Düzeninde Avrupa Versus Amerika" adlı kitabında, Amerika'nın dünyada kurmak istediği siyasal ve ekonomik hegemonya projesini Makyavelci bir yaklaşımla meşrulaştırıyor. Amerikalıları savaş yanlısı tutumlarından dolayı kutsayan Kagan, Amerikalıların savaş tanrısı Mars'tan Avrupalıların ise rahatına düşkün aşk ve güzellik tanrısı Venüs'ten geldiklerini iddia ediyor.

    Kitapların gücü

    Dijital ve görsel bir çağda, yazının korunaklı kalesi olan kitapların bir iktidar odağı olarak Amerika'yı dolayısıyla dünyayı nasıl değiştirdiğini görmek insana hala hem umut hem de korku veriyor. The New York Times gazetesindeki yazısında her ABD Başkanının birer baş ucu kitabı olduğunu söyleyen Michico Kakutani'nin tespitlerinden bazıları oldukça düşündürücü. Kakutani özetle şu ilginç örnekleri sıralıyor: "1960'lı yıllarda Kennedy ve Johnson arasında giderek şiddetlenen yoksullukla savaş politikalarında son sözü Micheal Harrington'un "The Other America- Öteki Amerika" adlı kitabı söylemişti. Beyaz Saray üzerinde büyük etkiler yaratan bu kitaptaki tezler, "Büyük Toplum" adı altında adeta bir kurtuluş reçetesi gibi hemen hayata geçirildi. Ronald Reagan'ın kendisine ithaf edilen George Gilder'ın "Wealth and Poverty-Refah ve Yoksulluk" adlı çalış masını bir parti programı gibi harfiyen uygulaması, pek çok yazarın düşünü kurduğu bir rüyaydı. Reagan'dan sonra dizginleri ele alan yardımcısı Baba George Bush döneminde piyasaya sürülen projelerin hemen hepsi Martin Gilbert'in imzasını taşıyordu. Gilbert'in "The Second World War-İkinci Dünya Savaşı" adlı kitabı, deyim yerindeyse Baba Bush'un dünyada ve Ortadoğu'da izlediği politikaların amentüsüydü. George Bush'tan sonra Clinton'la birlikte iktidara gelen kitap, Robert D. Kaplan'ın "Balkan Ghosts?-Balkan Hayaletleri" oldu. Kitap, Balkan coğrafyasındaki kin ve nefret tohumlarının Amerika'ya kısa ve uzun dönemde ne tür zararlar vereceği uyarısında bulunuyordu. Bill Clinton ancak, bu kitabı okuduktan sonra Sırbistan'a müdahale etmeye karar verdi. Pasif dış politikadan yana olan Clinton'ı hiç bir şeyin bu kitap kadar etkilemediği söylenir."

    Devlet Bakanı Beşir Atalay'a
    -AÇIK MEKTUP-

  • Av. HAYDAR MERMER
    Türk halkı, devlet eliyle işlenecek bir cinayete daha tanıklık etmenin arefesinde bulunuyor. Yıllardır katıldığımız ve sürekli hezimete uğradığımız halde, anlaşılmaz bir inat, ısrar ve israfla katılmaya adeta müptela olduğumuz Eurovizyon şarkı yarışmasında bu kez mutlak başarılı olacağız. Belki birincilik kürsüsüne bile çıkarız kimbilir. Çünki; dahiyane(!) bir fikir ile birinci gelmenin formulü bulundu!. Kendi dilinle ve kendi şarkınla sonuç alamıyorsan, başkasının lisanıyla ve başkasının şarkısını terennüm ettir... bak nasıl gelecek kupalar bak nasıl dünya ayakta alkışlayacak bizi..

    Hani geçmişte Türkiyemiz Güzellik yarışmasına Keriman Halis ile katılmıştı da jüri üyesi bir zevat " Beyler! yüzyıllardır yabancı erkeklere kendini haram eden müslüman Türk kadını, karşımızda soyunmuş ve beğenilmek yarışına girmiş. Ne kadar güzel olduğu veya olmadığı hiç önemli değil. Müslüman Türk kadını karşımıza böyle arz-ı endam etmişse el hak birinci olmalıdır..." demiş ve bize gurur ve sürur lütfetmiş(!) idi. İşte şimdi de bu manzara karşısında yine bazı zevatlar ayağa kalkarak "Beyler! tarihin en köklü milletlerinden olan Türkler, Uluslarasası bir yarışmada bizim dilimizle şarkı terennüm ediyor ve kendilerini beğenimize taktim ediyorlar. Kendilerini millet yapan lisanlarını, kendi çoğrafyalarından kovmaya başladılar. Bir düşünün! bizler için bu ne büyük devlet bu ne büyük saadet . Şarkının ne dediği ve nasıl icra edildiği hiç önemli değil ... İmparatorluk varisi Türkler 300 milyon insan tarafından değişik coğrafyalarda konuşulan ve bir dünya dili olan Türkçeden vazgeçiyorlarsa; elhak Türler birinci olmalıdır..." diyecekler ve biz göğe yükseleceğiz.!

    Bu millet tarihinin, kültürünün, değerlerinin yağmalandığını çok gördü ve bu hususta yarası da kapanmış değil. Ancak, bu katliamın kendinden bildiği AKP iktidarında yapılacak olmasına inanmak istemez, inanamaz. Belki bir kabustur geçer diye düşünür. Ama heyhat,,, halkım duysun ki bu böyle olacak hem de AK parti iktidarında ve Prof. Dr. Beşir ATALAY bakan iken..

    Sayın Bakan... Bu cinayet gerçekleşir ve dilimiz Tüm dünyanın şehadeti ile bir grup maymun yüreklilerce katledilir ise; Türk halkına, Türk Dünyasına, İslam ülkelerine ve tüm dünyaya bunu nasıl izah etmeyi düşünüyorsunuz. Dillerini koruyamayan nice milletlerin bir zaman sonra vatanlarını ve hatta dinlerini dahi kaybettiklerini ve yok olup gitmiş olduklarına tarihin şahitlik ettiğini bilmiyormusunuz.!!!

    Müstemleke ülkelerin bile kabul edemeyecği bir zilleti neden, ne için ve kimin hatırına çekeceğiz. Çocuklarımıza dilinize sahip çıkma şuurunu nasıl ve hangi cümlelerle vereceğiz. Allah Aşkına Milli bir cinnet mi geçiriyoruz; neler oluyor.

    Bu ihanet bu iktidar eliyle yapılmamalı ve bu cinayet Beşir ATALAY'a işlettirilmemeli. Bu millete ahirette Şefaat edecek olmadığınıza göre dünyada iken ve yetki sahibi bir Bakan olarak faydalı olmanız gerektiğini ve gerekli müdaheleyi yaparak bu yarışmadan çekilme kararını almanızı diliyorum.

    Belki, birileri bu durumdan rahatsız olur ve olacaktır ama şuna katiyetle inanınızki; başınız göğe erer ve Milletin sinesinde yer alırsınız. Eğer böyle yapmaz, dilimizin dünya önündeki idamını seyreder ve hatta sehpasına siz tekme atarsanız, müztehzi tebessüm ile birbuçuk hain sizi alkışlar ama tarih önünde bu milletin 5000 yıllık şerefli tarihinin kara sayfalarında yer alırsınız. Vesselam




    Bu sayfada yayımlanan yazılar, seçici bir kurul tarafından incelenmekte ve Yeni Şafak'ın genel politikasına uygun yazılara yer verilmektedir.



  • 26 Mayıs 2003
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED